"O gün okulu kıracaktı ama tedirgindi, renk vermekten çekiniyordu evdekilere. Annesinin de temkinli yılları o zaman, şimdiden yedi-sekiz yıl önce. Her şeyi sezen, kızının peşinde dolanan bir anne.
Kitaplarını yanına hiç almayacaktı ya, okulu kıracağı fark edilir korkusuyla bir iki taneyi atıverdi çantasına. Montunu ve ayakkabılarını sakin hareketlerle giymeye çalıştı. Servis gelmeden on dakika önce aşağıdaydı, içinde kıpır kıpır bir sevinçle.
Okula yanaştıklarında servis şoförüne belli etmeyeye çalışarak hemen okulun az ilerisindeki pastaneye doğru seyirtti. Arkadaşları ile çoğu sabah orada toplanırlardı. Çay kahve bahaneydi esasen, maksat sigara içebilmekti derse girmeden önce. O zamanlarki ergen izanına göre, karizmatik birşeydi sigara içmek, büyümüş falan oluyordu insan, kabul göreceğini sanıyordu ortamlarda.
Kızlarla oturdular, açma ve poğaçalar ile çaylar ve sigaralar içildikten sonra, ders zilinin çalmasına az bir vakit kala, ayaklandılar. Arkadaşlarını öpüp onlardan ayrıldı ve etekleri zil çalarak Bab-ı Ali'den Sirkeci'ye doğru inmeye başladı. Sabahın erken saatleriydi, esnaf daha yeni kepenk açıyordu. Cağaloğlu Yokuşu'nun dar sokaklarında ilerleyip, kitapçıları, oyuncakçıları, davetiyecileri, kırtasiyeleri ve fotoğrafçıları geçip de Ankara Caddesi'ne çıktığında denizle karşılaştı. Uzun zaman önce oluyordu bunlar, detaylar silik, nasıl gitmişti gara, Eminönü'nden motorla mı geçmişti Haydarpaşa'ya, yoksa vapurla Kadıköy'e geçip oradan taksiyle mi gitmişti? Bilemedi şimdi. Fakat bugün bile artık hissedemese de iyi hatırladığı birşey var, içinde dalgalanan ilkaşk heyecanı.
Bu aşkın adresi olan sevgilisini karşılayacaktı birazdan, Mavi Tren 08:58 de varacaktı Haydarpaşa'ya.
Başka şehirdeki bir üniversiteyi kazanınca çocuk, doğup büyüdüğü yer olan İstanbul'unu ve o zamanlar -ilk aşkı olduğu için kızın- ona delicesine aşık ve hayran olan kız arkadaşını da arkasında bırakıp okul yollarını tutmuştu. İlk yıl dersler hafifti, on beş günde bir geliyordu İstanbul'a. Gençti ve enerjisi vardı, bavulunda da aşkı. Birçok kereler karşılamıştı onu garda kız. Bu kaçıncı seferdi bilmiyordu.
Soğuk bir İstanbul sabahıydı ve kızın içi -aşkından olsa gerek- yanıyor ama dışı üşüyordu bir türlü gelmek bilmeyen treni beklerken. Yerine sığamıyor, bir merakla dışarı çıkıyor, Haydarpaşa'nın o yayvan merdivenlerini iniyor, denize, simitçiye, kalkan motorlara ve yaklaşan taksilere bakıyor, rüzgar içine işleyince yeniden içeri girip perona gidiyordu. Gelsindi artık şu tren.... Çok üşüyordu.
Bir saat geçmişti, görevli bayan (belki de çoktan emekli olmuştur şimdi) trenin yolda olduğunu ama rötarlı geleceğini söylüyordu. Bu sefer de banklara oturuyor, ayaklarını sallıyor, gelen diğer trenlerden inenleri inceliyor, birazdan sevgilisine kocaman sarılacağı anları düşlüyordu. Kafasında birlikte yapacakları onlarca şeyi tasarlıyor ama bir yandan da çocuğun ailesi aklına geliyor, huzuru kaçıyordu, çünkü oğullarını gönülsüzce paylaşıyorlardı onunla. Küçüktüler ikisi de, birbirilerinin kafasını karıştırmaktı olsa olsa bu ilişki onların gözünde. Oğullarının aklı İstanbul'da kalıyor, derslerine konsantre olamıyor, kız zaten üniversiteye hazırlanıyordu -yani çok hassas dengeler söz konusuydu.
Ayaklarının artık iyice uyuşmaya başladığı üçüncü saatin sonunda, peronda bekleyen başka bir kıza gözü takıldı. Bu kız acaba sevgilisinin trende birlikte geldiği arkadaşının kız arkadaşı olabilir miydi? Kendinden birkaç yaş büyük duruyordu ama biraz çekinerek de olsa vakit öldürürüz laflayarak düşüncesiyle kıza doğru ilerledi. Evet, tahmini doğru çıkmıştı, bu kız da aynı treni bekliyordu ve diğer çocuğun kız arkadaşıydı. Bilgi alışverişinde bulundular, tren neredeydi, ne zaman varacaktı vs., biraz da kendilerinden bahsettiler. Başka şeyler de konuştularsa, dedik ya geçmiş zaman, unutuyor insan.
Dört koca saatin sonunda nihayet tren uzaktan göründü. Nasıl bir mutluluk, tarifi yok... Bavulunu çeke çeke yaklaşmakta olan çocuğa doğru koştu ve boynuna atladı. Göklerdeydi.
O gün birçok şeyden olmadığı gibi, aşkların çoğu kez sonlu olduğundan, ilişkilerin acımasızlığından, insanın sevdiğinin de canını ölesiye acıtabileceğinden, (ama çok şükür)aşk acısının ölümcül olmadığından,(bununla beraber) ilk aşkın seneler senesi rüyalara girmeye devam edebileceğinden, (ama yine de) insanların başkalarını da sevebileceğinden hiç haberi yoktu ve henüz dış kabuğu şimdi olduğu gibi sert, kalp kapısı kat kat kilitli değildi, aksine; insanlara inanmaya hazır, hayata karşı hevesli, iyimser ve hatta mutlu bir genç kızdı işte...Seviyor ve seviliyordu ve bunun sonsuza kadar süreceğine inanmak gibi büyük bir yanılgı içerisindeydi"
Yanmış ya bugün Haydarpaşa, buna benzer bir sürü vuslat ve uğurlama hikayesi de kül olmuş mudur acaba? İstanbul'un silueti güzel Haydarpaşa, akıbetin hayrola.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder