20 Kasım 2010 Cumartesi

bayram

bahsetmezsem ve görmezden gelirsem fark etmem bayram olduğunu, karambole gelir diye düşündüm ama kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Üç gün kaçtım ama bugün kıskıvrak yakalandım yalnızlığa. Neden mi bayramı geçiştirmek istedim, çünkü benim şu an için yaşadığım yerde bayram mayram yok arkadaşım. Gurbet elde olduğumuzdan uzunca bir süredir bayramda çalışmaya alıştık (ya da alıştığımızı sanıyoruz) ama bu hafta işlerim çokluğundan dolayı genelde biraz geç çıktım, bütün gün aklımda akşam eve gidince arayacağım eş/dost/akrabalar vardı. Hüzünlüydüm.

Millet İstanbul'da dokuz koca gün yatıyormuş vallahi, çok zengin ülkeyiz bize koymaz. Zaten süper de çalışkanız ya, hak ediyoruz ne de olsa böyle uzun tatilleri. Cevabını duymaktan korktuğum için kimseciklere soramıyordum ama aldığım son duyumlara göre Türkiye'de senelik izin iki hafta falanmış, ha bir de işe yeni girmiş eleman ilk iki sene falan "tatil" deyince patron ağzına vuruyormuş. Malum, sen mırın kırın edersen, maaşını beğenmeyip patron ile pazarlığa oturacak olursan falan aynı işi seve seve yapacak bin tane (sayı ile 1000) senin gibi adam var sokakta. SSK ve yol parası bile istemeyeni bulursun kasarsan. Aldığın dört yıllık üniversite eğitiminin üzerine sertifikaydı, masterdı bir cila çekmediysen ve hatta bir kaç yabancı dile "anlıyorum ama konuşamıyorum abi" derecesinde hakimiyetin yoksa, hele bir de insan ilişkilerinde çok başarılı değilsen ve dayın yoksa yüksek yerlerde, seninle birlikte eş zamanlı olarak aynı bölümünden mezun olan (bölümüne göre değişmekle birlikte) az önce sözünü ettiğimiz 1000 adamdan hiçbir farkın kalmadı işte! Nasıl sıyrılacaksın bu sürünün içerisinden? Hadi sıyrıldın diyelim, karakterine, eğitiminine, hayat görüşüne ve kişisel haklarına saygı duyacak, elemanını sevip kollayacak bir firma bul bakalım. Konudan uzaklaştım yahu. Unutmadan; şu karikatür ülkemin yeni mezun gençliğinin halini ne kadar da güzel anlatır (special thanks to Yiğit Özgür):


Ne anlatacaktım yahu, heh tamam. Bu yıl da bayram bizi teğet geçtiğinden, hiç olmazsa anıları tazeleyerek kendimi avutayım madem. Sanıyorum ki birazdan bahsedeceğim çocukluğumun tipik bayram sabahı klasikleri (ya da diğer bir deyişle, aile fertleri başka kıtalara saçılmadan önceki zamanlarda) sırf bizim eve özgü bir manzara değil. Başka birçok evde de benzer teranelerin yaşandığını düşünüyorum.

Evde tıkırtılar duyup kıllanmaya başladığınız, sabahın benim ve kardeşim için henüz erken sayılabilecek bir saatinde, annem yahut babam - her bayram dönüşümlü olarak görev aldıkları- "bilmem kaçıncı geleneksel bayram sabahı çocukları delirterek uyandırma şenliği"nin açılış seramonisi çervesinde odanın kapısını, büyük bir neşe içerisinde açıp "çocuklaaaaar bugün bayram, yatılmaz o kadar, hadi kalkın bak babaannenler bekliyor" şeklindeki meşhur tiradını atar. Bu aşamada "yeaa anne/baba yeaa accık daha uyuyalım gideris yeaa" tipi direnişleriniz bir sonuca ulaşmayacağı gibi, ebeveyninizin siz kalkana kadar kapınızı defalarca aşındırmasına ve repertuarlarından az öncekine benzer binbir cümleyi günışığına çıkarmalarına sebebiyet verir. Örneğin yorganı kafanıza çekmek sureti ile direnci artırırsanız eğer, en nihayetinde annenizin o büyük tehditi gelir ve her ne kadar bunun bir blöf olduğunu bilseniz de, bu artık ufaktan kalkmak gerektiğinin bir habercisidir: "her bayram her bayram aynı tantana, bıktım artık sizden, ne haliniz varsa görün ben giyinir giderim vallahi, sorarlarsa da çocuklar evde yatıyorlar derim". İşte bunu duyunca hemencecik yataktan zıplayarak kalkar ve kardeşiniz ile banyo kavgasına başlarsınız. Anneciğinizi ve babacığınızı üzmek istemezsiniz, çünkü o sabah bir bayram sabahıdır.

Sabah kırklanması bittikten sonra, salondaki bayram sabahına özgü mükellef kahvaltı sofrasına doğru seyirtirsiniz. Bu esnada bizim evde genellikle radyo açık olur ve çalan Türk Sanat Müziği eserlerine peder bey tarafından keyifle eşlik edilir. Bizi uzaktan gören babam ceza sahasının dışından hemen ilk şutunu çeker: "Akşam yatmak bilmiyorlar, sabah kalkmak bilmiyorlar, hani sen benle bayram namazına gelecektin paşa (kardeşimin lakabı)?" Kardeşim biraz mırın kırın eder sonra hemen "Öpüym babağ" ya bağlar olayı.

Eğer bu aşamaya kadar sorunsuz bir şekilde gelmeyi başarabildiysek, bunda sonra en zorlu etap başlar: Kardeşimin gazeteyi, benim ise çayı ve televizyonu bırakıp giyinmeye gitmemek için direnmemiz. Yine annemin "Ben hazırım vallahi, sizi bekliyorum, bak denizotobüsünü kaçıracağız, hiç beklemem sizi giderim, hadi artık" şeklindeki triplerine bir artık yerden sonra dayanamayıp hazırlanmak üzere odamıza gideriz. Bir posta "Anne yeaa, ten rengi pantolon çorabın var mı, yağmur yağacak mı üstümüze ne giysek, kitabımı çantana koyar mısın, babanemlere galeta götüreceğiz unutmayın, kapıyı kim kitleyecek, akbilde para var mı"dan sonra kardeşimle ben muhtemelen bizi beklemekten bunalıp yolu ele almış olan annem ile babamın arkasından yetişmeye çalışırız.

Deniz otobüsünde kardeşim uyur (ya da uyur gibi yapar), peder gazete okur, annem de etrafı keser kim ne giymiş falan diye. Sonra bana kaş gözle bunları işaret etmeye çalışır, bilimum dedikoduları anlatır, babanemlerin yanında nasıl davranmamız gerektiği konusundaki nasihatleri geçer (!). Denizotobüsünden inince kardeşimin çingeleri işaret edip "Babaneme çiçek alalım mı?" şeklindeki şutunu, annem: "Ay ne gerek var solacak gidecekler, babaannen canlı çiçek sever hem zaten" şeklinde ustalıkla çıkarır ve yola devam ederiz.
Baba tarafım kayserili benim. Her yörenin olduğu gibi Kayseri ve civarının da tabii ki bayrama özgü bir takım yemekleri var. Bunlardan ilki "bayram yahnisi". kafadan on baş beyaz soğan, bir tencerenin dibini kaplayacak kadar kuzu kuşbaşı ve kabukları çıkarılmış nohutla yapılıyor. Tarifini henüz öğrenemedim babaannemden. (bir yutkundum yani şimdi he, midem guruldadı hatta) Sonracığıma, tandır böreği var bir de mesela. Bu da genelde kıymalı maydonozlu oluyor. Elde 3 kat hamur açılıyor (hamurunda tahin vardı galiba) sonra döşeniyor ve baklava baklava kesilip pişirilip afiyet ile yeniyor. Tatlılardan da güllü baklavayı anmazsam birşeyler eksik kalır. Bunun nasıl yapıldığı konusunda hiçbir fikir sahip olmamakla birlikte, babanemin onları nasıl olup da o şekil seri üretimden çıkmışçasına bir örnek yaptığını bunca bayram geçirdim, daha çözemedim.
Bu kadar baba tarafından bahsettik, assolisti sona bıraktım bilerek. Genelde uzak olduğu için önce karşıya gidilir babaneye, çünkü anneannemler alt mahallemizde oturuyorlar ve onlarda iyice bir rahatlamak yemek içmek ve sonrasında salondaki kanepelere uzanmak istediğimizden onları ziyaretimizi sonraya bırakırız. Hamurişleri ve yöresel tatlarda eserler veren babaannemin aksine, anneannem zeytinyağlılar ve sıcak yemekler konusunda uzmandır. Bildiğim bütün zeytinyağlıları ondan öğrendim. Hala ne zaman bir yemeğin yapılışında bir şüpheye düşsem, hemen onu arar sorarım. Çok kalender bir kadındır anneannem, koyu Fenerbahçeli'dir (eve LigTV bağlattı parasını kendi ödüyor), boğa güreşlerine bayılır, öyle ki gece 3 de kalkıp İspanyol kanalından takip ederdi. Dayım genelde işte olduğundan onu son senelerde pek göremediğimizden, bayramlaşma işi telefonda yapılıyor ya da gece bir ara uğruyoruz yeniden onu görmek için anneannemlere. Dedemi bir sene önce kaybettik, son zamanlarını yatakta geçirmeyi tercih ettiğinden ve onu Anneannemlere gidince arka odaya doğru ilerlerken sanki yatakta her zamanki hali ile beni bekliyormuş gibi geliyor.

Aslında bizim bayramlarımızda kendimi bildim bileli ilk önce büyük anneannemlere gidilirdi. Ne yazik ki dört-beş sene önce büyük anneannemi, peşi sıra da "Münevver öldüğü gün benim için hayat bitti" diyen üzerimde büyük emeği olan, ikinci babamı, büyükdedemi kaybettik. Ben çok şanslı bir çocukluk geçirdim, annemin anneannesi ve dedesini gördüm ve onlar hayatımda tanıdığım en muhteşem insanlardı. Büyükdedem öylesine hassas ve düşünceli bir adamdı ve öylesine büyük bir yüreği vardı ki, bize istediğimiz herşeyi alırdı ve sanki kesesinden bir lira eksilmezdi. Birşey istemek için onlara gittiğimizden konuşmamıza fırsat vermeden derdimizi anlar, biz istemeden oduncu gömleğinin cebine koyup hazırladığı harçlığımızı işaret ve orta parmağıyla çıkarıp cebimize sokardı. Onu kaybettiğimiz gün benim için çok acı vericiydi, beni (ve iki dayılarımı da adam eden odur) o büyütmüş ve okutmuştu çünkü, üzerimdeki emeği sonsuzdu ve kız çocuklarına düşkün olduğundan beni çok ama çok severdi. Bunu bizi gördüğünde gözlerinde beliren pırıltıdan anlardım. Şu an hayatta olsaydı beni görmekten mutluluk duyacağı yerlere gelebildiğim ve üzerimdeki emeklerini boşa çıkarmadığım için çok mutluyum. Dilerim cennette onlarla yeniden buluşuruz.

Büyük anneannemlerin yan apartmanında büyük anneannemin kız kardeşi otururdu. En son onu da kaybettik. Onlar hep cumhuriyet çocuklarıydılar, uzun ve güzel ömürler sürdüler. Büyükannenin kardeşine biz cicianne derdik, anneannem çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla  "tete" dye çağırırdı teyzesini. Orada da çikolata yiyip çay kahve içerdik. Sonra eve doğru yollanırdık. Bunlar benim hayatımın şimdiye kadarki belki de en mutlu ve güzel anlarıymış, keşke o günlere geri dönüp onlarla daha çok vakit geçirebilsem, onlardan daha çok şey öğrenebilsem ve onlara daha çok sarılabilsem. O kapılar tek tek kapandı ve biz bayramlarda artık onların mezarlarını ziyarete gider olduk. (çok pis ağlama krizi geldi şimdi)
Hakkını verebileceğime inansam belki birgün büyükdedemi anlatan bir yazı yazmayı isterim, kendisi meşhurdur da ayrıca hafiften.

Yazı nasıl başladı, nerede son buluyor ben bile şaşırdım. Aslında yapabilsem iyi olur ama öyle taslak falan da hazırlamıyorum yazıya başlarken, belirli bir bütünlük içerisinde aklımdan geçenleri aktarmaya çalışıyorum. Şimdi hala okumaya devam ediyorsanız şayet, siz söyleyin, çocukluğunda böyle güzel bayramlar geçirmiş bir bünye, içinde bulunduğu şu imkan ver şeraitler içerisinde bayram olduğunu inkar etme hakkını kendinde görmüş, çok mu?

Geçmiş Bayramınız Kutlu Olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...