"This is not a lovestory, it is a story about love" demiş, dediğini de kanıtlamış bir film 500 Days of Summer. Film, bir ilişkiyi iki farklı bakış açısından ele alıp, aynı şeyleri yaşayan iki kişinin birbirinden farklı görüş ve duygularını, aşkı, aşkın kişiyi bir anda nasıl değiştirdiğini, ayrılıklar ve aşk acısını, kader ve tesadüfleri konu edinmiş. Dün gece arkadaş tavsiyesi üzerine izledim ve her sahnesinde hayata ve ilişkilere dair kendimce bir çok çıkarımda bulundum.
İşbu bu çıkarımlar açık seçik ortaya konan önermeler/kesin yargılar şeklinde değil de, tam aksine, havada asılı kalan ve kişinin kendi için, kendi hayatından ve tecrübelerinden yola çıkarak, istekleri, hayallerindeki kişi ve hayattan beklentileri hakkında cevaplarını araması gereken sorular şeklindeydi. Bu cevap arama eyleminde ise asıl amaç bir cevap bulmak değildi bence, daha ziyade günün uyanık olduğumuz anlarında hakkında bazen aralıksız olmak üzere sıkça düşünüp kafayı yediğimiz şeylere aslında kafayı pek de takmamak gerektiğine, zira bu konularda düşünmenin muhtemelen bir yararının olmayacağıydı.
Bu yönü ile bana birçok sahnesinde arkadaşlarımla yaptığımız: doğru kişiyi nasıl bulacağım?/doğru kişiyi bulduğumu nasıl anlayacağım?/doğru kişiyi bulabilecek miyim?/evde kalacak mıyım?/ohh sonunda doğru kişiyi buldum galiba!/ ya ben hiçbir zaman aradığım kişiyi bulamayacağım :( / artık ne yapalım elimizdekine razı olacağız/acaba onu seviyor muyum yoksa yanlızlıktan kendime ittiriyor olabilir miyim?/ittirmiyorum canım, o iyi biri hem de bana değer veriyor/uzun vadede bu kişi ile mutlu olabilir miyim?/ ve tabi ki: nasıl birini istiyorum? anatemalı sohbetlerimize sayısız göndermede bulundu. Sonlara doğru birkaç sahne gönül işlerinde insanın elinden pek az birşey geldiğini iddia etmek sureti ile içime ümit tohumları ekti ve Summer'ın Tom'un sorusuna verdiği ve -bence- filme damgasına vuran cevap, ilişkilere dair son analizimde ortaya attığım "Bu işler kısmet işi abi, o gün geldiğinde zaten ağzın mühürlenir, elin kolun ve akabinde basiretin bağlanır, ayakların nikah masasına kendiliğinden gider, kendine engel olamazsın, biz ne evlilik karşıtı/hayatta evlenmem diyenlerin nikan salonuna en önde flama ile koştularını gördük" abstractlı tezimin biraz da olsa doğru olabileceğini hissettirdi. Spoiler vermek istemiyorum ama film bittiğinde kız gibi ağlıyordum hoca. İlginç ve rahatsız edici bir son sözkonusu. Esas kıza (Yes Man filminden tanıdığımız Zooey Deschanel) son sahnede inceden bir öfke bile duyduk ama sonra hemen "Bu belki henüz tecrübe etmediğimiz birşeydir, o yüzden anlayamayıp kızıyoruz" diyerek kendimizi yatıştırdık. Esas oğlanın (kasarsanız 10 Things I Hate About You'dan hatırlayabileceğiniz Joseph Gordon-Levitt) silkinip kendine geldiği ve hayata dört elle sarıldığı ve tutkusunun peşinden gitmeye karar verdiği kısımlar insana gaz verici cinstendi. IMDB puanı 8. İki küçük değerlendirmem var; kızla çocuk gerek oyunculuklarının dinamizmi, gerekse dış görünüş açısından tam bir uyum yakalayamamışlar ve filmdeki IKEA reklamının dozu biraz kaçmış. Trailer aşağıda. İzlemeye değer buluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder