23 Ekim 2010 Cumartesi

Basel'de bir cumartesi


Basel'den bir panorama görüntüsü

Geçtiğimiz cumartesi günü, İstanbul uçuşum öncesinde nihayet ziyaret etme fırsatı yakaladığım İsviçre’nin kültür başkenti ve üniversiteler şehri: Basel. Her ne kadar büyük şehir denince bir İstanbullu olarak benim de aklımda -oniki değilse bile- en azından birkaç milyonluk bir şehir canlansa da Basel, 170.000’lik nüfusu ile İsviçre’nin Zürih ve Cenevre’den sonra üçüncü büyük şehri olma özelliğini taşıyor.
Otuzbeş litrelik sırt çantamı tıka basa doldurup, her şeyi son bir kez kontrol ettikten sonra (pasaport, uçuş bileti, hediyeler, anahtarlar, cüzdan, fotoğraf makinesi vb.) trene atlayıp Basel’e doğru yola çıktım. İstanbul uçuşum 22:25’de idi ve ben güneşli bu sonbahar akşamüstünde Ren Nehri’ni iki taraftan kuşatan şehri gezecek olmanın heyecanı içindeydim. Genelde -birçokları gibi- gezeceğim şehirler hakkında önceden küçük de olsa bir araştırma yapmak âdetim vardır. Şehirde ne yapılabilir, görülecek nereler var, hangi yemeği meşhur, olası spesiyaliteler neler gibi konulara şöyle bir göz gezdiririm ama ben aslında şehirlerin aşırı turistik yerlerinden ziyade, birilerinin dikkatini çekmeyi bekleyen saklı kalmış güzel köşelerini fotoğraflamayı, yerel halkından küçük tüyolar almayı daha çok severim, kısacası şehrin herkese gösterdiği yüzünden başka bir yüz ararım. Ama bu sefer ne yazık ki tatil telaşı içerisinde olduğumdan, Basel’de beni nelerin beklediği konusunda hiçbir fikrim yoktu.
İner inmez hemen hatrı sayılır ağırlıktaki sırt çantamı  kiralık bir dolaba kilitledim ve doğruca turist bilgi noktasını aramaya koyuldum. İhtiyacım olan broşürlere kavuştuktan sonra kendime bir rota belirlemek için  oturup sakince plan yapabileceğim bir yer aramaya başladım. Dikkatimi ilk çeken, sokakları dolduran –muhtemelen güneşli bir gün oluşunun da etkisiyle- bisiklet tepelerinde suratlarında bir büyük tebessümle telaşsızca yol almakta olan insanlardı. Yüksek refah seviyesi dedikleri bu olsa gerekti. Trafikte önceliliğin yaya ve bisikletlilerde olmasından kelli, bilimum taksi ve minibüs şoförleri tarafından ezilme tehlikesi geçirmeksizin bisiklete binebilmek.
  İş yerindeki arkadaşlar tarafından iyice tembihlenmiş olduğumdan unutmadan hemen Basel’e özgü iki tatlıcı dükkanını aramam gerekiyordu. Şansıma aramama gerek kalmadan onlar beni buldu. Dükkanlardan ilkinde başta karamelli olmak üzere envai çeşit çikolata ve türevini satan, spesiyalitesi olan böyle -Selanik gevreğinin tarçınlısı- şeklinde kabaca tarif edebileceğim bir çeşit kuru pasta tarafından mest edileceğiniz “Leckerli Huus”a adım attığım anda ne alacağımı belirlemem hiç uzun sürmedi. “Grenzgænger ile birlikte yeriz ne güzel, oh” diye düşünceler içerisindeydim kasada satın aldığım çikolatanın ve karamelli küp şekerlerinin parasını öderken . 
Birkaç dakika sonra iki yan dükkanda "Lüxemburgerli" tarttırırken buldum bu sefer kendimi. Böyle şekerden, küçük tatlı pufidik hamburgercikler. Vanilyalı, çikolatalı, absinthli ve –tabii ki- karamellilerinden oluşan 100g’lık karışıma dünya para verdikten sonra "Elizabethen Parkı"nda birkaç naçizane sonbahar fotoğrafı çekip, eski yüzlü yeşil tramvayların bana eşlik ettiği cadde boyunca  birşeyler içebileceğim bir yer aramaya başladım. 

Elizabethen Kilisesi
Birkaç yüz metre gitmiştim ki, "Elizabethen Klisesi"nin önündeki güneşli sandalyeler beni davet etti, hemen masalardan birine kurulup kendime bir kahve söyledim. Mideye indirmeden önce Lüxemburgerli’lerin bir  fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmedim. Şehir haritasına ve bilgilendirme noktasından aldığım broşürlere bir göz attığımda, birkaç saat içinde neredeyse şehrin tamamına yakın bir kısmını yaya olarak gezebileceğimi gördüm. Bu belki de Avrupa şehirlerinin en sevdiğim özelliklerden biridir: Toplu taşıma araçlarına ihtiyaç olmaksızın, elde bir harita ile şehrin dokusunu hissede hissede, kimi zaman şehrin temposuna ayak uydurarak kimi zaman ise kendince bir tempo tutturarak şehrin yollarına vurmak kendini.

 

Sağımda solumda ne var ne yok diye etrafa bakınırken, iki ayrı masada oturmaktan olan iki kişiye takıldı gözüm. Bu kadın ve erkek Avrupalı kişiler yalnız başlarına masalarında oturmuş kitaplarını okumaktaydılar. Muhtemelen güneşli bu geç yaz cumartesisin tadını çıkarıyorlardı. Bu noktada aklıma iki şey geldi. Ben böyle yalnız başıma bir kafede kahve içip kitabımı okusam ne gibi duygular içerisinde olurdum? Malum, Türk’üz, kitleler halinde takılmayı severiz, öyle yalnız başına bir şey yapmak pek âdetimiz değildir, hatta şahsım adına konuşmak gerekirse, ben yalnız başıma bir şey yaparken pek de mutlu olamam ve hatta depresyona girme ihtimalim bile vardır. Tek başına gezen insanları artık önceye göre daha az yadırgasam da, yine ne de bir cumartesi günü güneş ve kitabı arkadaşlarıma tercih etmem diye düşünüyorum. Üzerinde kafa yorduğum ikinci husus ise, "Avrupalı yalnızlığı diye bir şey var mı acaba?" idi. Bu ikincisine bir cevap bulamadım. Bir gün hafif çakır keyif olduklarında Avrupalı arkadaşlarıma yönelteceğim bu soruyu, bakalım bana ne cevap verecekler.
Ne yazık ki şehri gezmek için kısıtlı bir sürem olduğundan, müzelere uğrama fırsatı bulamadım ama dışlarından da olsa bir iki tanesini fotoğraflamayı becerdim. (Müzeler hakkındaki broşürde, her ayın ilk Pazar günü devlet müzelerine girişin serbest olduğunu okuyunca biraz teselli buldum. Bir süre daha İsviçre’deydim, gelirdim nasıl olsa.)
Plan gereği, biraz geriye yürüyüp bir onsekizinci yüzyıl eseri olan Historisches Museum'u ve önündeki meydanda güneşin tadını çıkarmakta olan insan kalabalığını fotoğrafladıktan sonra, Antika ve Tarih müzelerine bir kısa bakış atıp, soluğu araç trafiğine kapalı (Fußgængerzone) alışveriş caddesi Freie Strasse’de aldım. Aşırı sayıda dükkana girmeye çalışan bünyeyi  kontrol altında tutarak, Münsterberg'den yukarı doğru tırmanınca Münsterplatz'da beni Basel'in simgelerinden biri olan kırmızı kumtaşından gövdesi, renkli çatısı ve ikiz kuleleri ile Münster katedrali karşıladı.  Daha sonra öğreneceğim üzere, belediye binası gibi burada da tamirat olduğundan, güzel fotoğraflar çekemedim ne yazık ki. Münsterberg'den yeniden geçerek, bu kez Marktplatz'a doğru yola devam ettim. Meydana vardığımda, dikkatimi hemen Basel Kantonunun yönetildiği -yine çok renkli- belediye binası çekti. 14. yy'da inşa edilen yapıya, 15. yy'da şimdi üzerinde oniki farklı kantonun bayrağını taşıyan ön cephedeki yapı eklenmiş. 17.yy'da yapılan ekleri ve restorasyonları, son olarak 1900'dekiler takip etmiş ve yapı bugünki şekline kavuşmuş.
Freie Strasse


Münster Katedrali

Belediye Binası
 
Mittlere Köprü
Elektrikli tramvay 1926 yılından kalma tahta köprünün üzerinden geçemeyecek olunca, 1903-1905 yıllarında tahta köprü yıkılıp, onun yerine inşa edilen "Mittlere Rheinbrücke"den şehrin kuzeyine geçip biraz da Untere Rebgasse ve Claraplatz'da gezindikten sonra, yine şehrin güneyine geçtim. Bu sefer ki hedefim Ren Nehri boyunca ilerleyip St. Alban-Tor'u görmekti. Açıkçası daha büyük bir yapı beklemiştim ama yine de gördüklerimden memnundum.



Güneybatı yönünde ilerleyen ağaçlıklı güzel bir yürüyüş yolu tarafından ikiye bölünen St. Alban Anlage boyunca ilerleyip Aeschenplatz'a vardığımda, sol yanımda 1989'dan beri aralıksız bir şekilde çekicini sallayan en çalışkan Basel'liye rastladım bu sefer. 13,5 metre boyundaki, 15cm kalınlığındaki yaklaşık sekiz ton ağırlığındaki bu sanat eseri Jonathan Borofsky'nin  tasarladığı tek Hammeringman değilmiş. Sanatçı, ilki Franfurt'a olmak üzere, Seul, New York, Los Angeles, Dallas ve başka birçok şehre Hammering Man'lerini yerleştirmiş. Kendi ağzından eserinin tanımı şu şekilde:
"The Hammering Man is a worker. The Hammering Man celebrates the worker. He or she is the village craftsman, the South African coal miner, the computer operator, the farmer or the aerospace worker-the people who produce the commodities on which we depend. (...) At its heart, society reveres the worker. The Hammering Man is the worker in all of us. "
Artık hava kararmaya, benim de karnım iyiden iyiye acıkmaya başlamıştı. Saat 22:00'ye kadar açık olduğunu öğrendiğim Coop Pronto'dan (kasada Türk'ler vardı) tavuklu bir sandviç ve gazlı bir içecek aldıktan sonra, dolaptan sırt çantamı yüklenip yeniden, havaalanına giden otobüse binmek için durağa doğru ilerlediğimde, kantonal sistemin son sürprizi beni bekliyordu: Otobüsün önünde dikiliyordum, ama şoför gözümün içine baktığı halde kapıyı açmıyordu! Meğerse dışarıda bir düğme varmış, ona basmayınca kapı açılmıyormuş. Hadi düğmeye bastım, içeri girdim, cüzdanı çıkardım, bu sefer de şoför "Benden bilet mi istiyorsunuz?" şeklinde bir sual yöneltti bana. Bizim kantonda işler öyle yürüyor (canım Post Auto'm) dedimse de, az ilerdeki bilet otomatına işaret ettiğinde gülümsüyordu şoför. Biraz sonra biletim almıştım, otobüsten dışarıyı seyrediyordum artık. Yaklaşık onbeş dakikalık bir seyahatten sonra EuroAirport'taydım. Uçuşu kontrol edince, bir buçuk saatlik rötarı gördümse de ama hiç aldırış etmedim, bagajım  olmadığından check-in gibi bir telaşım da yoktu ve işbu yazının taslağını çıkarmaya başlayabilirdim!
Her ne kadar ben gitme fırsatı bulamadıysam da Basel'de yılın 365 günü açık olan bir hayvanat bahçesi, şehri çevreleyen güzel parklar, daha birçok kilise ve müze var.

2 yorum:

  1. Aaa Basel. Benim de en yakın arkadaşlarımdan biri orada yaşıyor. Bu bayramda gidip gezdik Basel'i. Ne güzel yer ya hu!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. şimdi yorumunu görünce ben de o güne geri döndüm... blog yazılarının işte böyle bir görevi de var :)
      kendimlemonologlar-a weird diary :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...