31 Ekim 2010 Pazar

Bobby McFerrin

"Don't Worry Be Happy" ile hayatımıza giren, hakkında "ses telleri normal insanınkinin on altı katı uzunluğundaymış abi, sesi beş oktavmış, konserler öncesi 24 saat konuşmuyormuş" şeklindeki efsaneler yüksek ihtimalle doğru olan, enstürmanı kendisi bir vokal sihirbazı, caz müzisyeni, yaşayan dahi yaşlanıyor dostlar, bugün fark ettim.
Aşağıdaki videolardan ilkini izlerken kendime "O genç yaşta nasıl oluyor da sesi ile öyle oynuyor, hamur gibi yoğuruyor, bir uçtan diğer uca gidiyor, kaç sesi aynı anda çıkarıyor, bu iş nasıl oluyor?" diye  sorarken, ikinci videoda ise (World Science Festival 2009'daki gösterisi) "Adam bu işin artık felsefesine inmiş, Allah herkese nasip etmez böyle şeyleri, anlamaya çalışıp kafa yorma tadına var sadece" şeklinde düşüncelere gark oldum.
Seviyoruz seni dünya insanı.

çocuklarda diyabet

Radikal'deki haber için buraya tıklayın
Bugün dikkatleri belki çoğu kişinin bilmediği Tip1 Diabetes Mellitus'e çekmek istiyorum. Hastalık genellikle 10-14 yaş grubu çocuklarda görülmekte. Haftalar ila aylar ve hatta yıllar boyunca devam edebilen belirtileri şunlar:
- Bulantı, kusma
- Yorgunluk
- Karın ağrısı
- Derin solunum, aseton kokusu
- Baygınlık hissi, dalgınlık
- Kilo kaybı

Şekerin yüksek olması sonucunda ise,
- İdrara çıkmada artış (özellikle geceleri)
- Sıvı kaybı
- Susama, ağız kuruması
- Çok su içmek.
- Zayıflamak.

Hastalık hakkında daha detaylı bilgi için buraya bakabilirsiniz. Ben belirtileri aktarmakla yetindim.

Son olarak bir de size Klinik Psikolog Dr. Başak Demiriz'den bahsetmek istiyorum. Eğitim amaçlı gittiği Amerika'da on yedi yıl kaldıktan sonra 2008 yılında Türkiye'ye geri dönen Demirci'nin kızı da bu hastalığa sahip. Hastalığın teşhis aşamasında kızı ile yaşadıklarını anlattığı yazısı için buraya bakılabilir.
Ayrıca Demirci'nin hastaları ile arasında geçen diyaloglarını kaleme aldığı yazılarına bayıldım ve buradan bir çırpıda okudum. Herkes benzer dertlerden muzdaripmiş meğersem. Mutlaka göz atın derim.

Mega Mindy-çocuk dizisi

Dün biri Belçikalı diğer Hollandalı iki arkadaşımla sohbet ederken, konu döndü dolaştı çocuk programlarına geldi. Belçikalı arkadaşım Hollandalı'ya "Mega Mindy"'yi biliyor musun diye sorunca, tabi ben Flemenk diyarlarına uzak bir bünye olduğumdan konuya Fransız kaldım. Sonra kendi aralarında programın ne kadar güzel olduğundan, aslında yetişkinlere yönelik de mesajlar içerdiğinden, bu yüzden ailecek izlenebilir oluşundan falan bahsettiklerinde, iyice meraklanıp bilgisayarın başına koştum. Ben  bir çizgifilmden bahsettiklerini sanmıştım ama meğersem etten kemikten insanlarla çevrilmiş bir çocuk dizisiymiş.
Belçika yapımı süper kahraman Mega Mindy (Free Souffriau canlandırıyor), süper kahraman olmadığı zamanlarda Mieke adında büyükanne ve büyükbabasıyla oturan ve polis memuru olarak çalışan bir kız. Tabii ki bir süperkahraman oluşunu sır olarak tutmaya çalışıyor ama bir gün işyerindeki arkadaşı Toby'e (Louis Talpe canlandırıyor) aşık olunca işler iyice karışıyor, çünkü Toby de Mega Mindy'ye aşık. Mieke ve çok da zeki olmayan patronu her bölümde farklı kötü adamlara karşı savaşıyorlar. Patron olayları çözmekte çaresiz kalınca Mieke, Mega Mandy olarak ortaya çıkıp olayları hallediveriyor.

30 Ekim 2010 Cumartesi

domodossola-italya

Çarşı içerisinden bir görünüm

Buzdolabımda halihazırda var olanlara, bugün Domodossola'dan (İtalyanın İsviçreye komşu kuzey ucunda bir kasaba-Nüfus:18000) aldıklarım da eklenince sayısı yediye ulaşan peynirleri tek başıma tüketemeyeceğimi idrak edip, mandıracılığa soyunmaya karar verdim. Alternatif olarak milleti şarap içmeye de çağırabilirim (bu daha kolay olur sanki). Peynirlerin isimleri akılda tutulacak gibi değil, millet sormasa bari.

Simplon Geçidi'nden geçerek yaklaşık bir buçuk saatliklik yolculuk sonrası İtalya'ya vardığımızda, Akdeniz insanının sıcaklığını hemen hissettiğimden olsa gerek, içimde geçitteki karların soğukluğundan eser kalmadı. (Domo'da deniz falan da yok yani, üstelik de dağların ortasında vadide bir şehir, artık hangi Akdeniz'in sıcaklığıysa).

"Şu Domo'nun pazarını artık bir görelim yahu" cümlesini çok daha önce kurmalıymışız, lakin pazarı oldukça beğendim. Kulaklarımı tıkasam (fiyatlardaki € işaretini de saymazsak) sanki Yeşilköy Pazarı'nda geziyor gibiydim. Bazı satıcılar, bizim pazarlarda kafasına sutyen geçiren iç çamaşırcı  abilerin AB'ye girmeyi başarabilmiş Avrupalı versiyonu gibiydi. "Mezzo kilo (yarım kilo)" istediğim kestane ve kuru barbunyadan 600'ar grama yakın tartmak sureti ile çakallıklarını sergilediler. Bu hareketlerine kızmadığım gibi, kendimi yuvamda gibi hissettirdiğini söyleyebilirim.

Ben sadece meyve sebze pazarı sanıyordum ama pazarda uzun zamandır Almanya ve İsviçre'de bulunduğumdan dolayı moda kavramını unutayazan gözlerimin pasını giderecek derecede güzel kazaklar, pançolar, manto ve şallar vardı. Ve tabii ki ayakkabılar. Alışverişten sonra pizza ve tiramisu yemedik, hayır bunu kesinlikle yapmadık. (Fotoğrafların üzerine tıklanarak biraz daha büyük halleri görülebilir.)

yazının

29 Ekim 2010 Cuma

Norrda-Infinite Face

Bir albüm var ki beni benden alan:  
Infinite Face.
Norrda anlatılmaz, dinlenir deyip görsel şölen tadındaki -zannedersem-  ikinci klipleri ile seni başbaşa bırakıyorum. (bir albümdeki tüm şarkılar mı aşmış olur arkadaş).
 Kendileri ile yapılmış bir röportaj buradan okunabilir.

Teşekkürler gitsin:
Selen Hünerli
Hakan VreskalaDeniz Cuylan




Honduras

Darbe, muz, fakirlik, Mayalar, harika sahiller, papağanlar, tortilla, mango, orkide, tarantula, el yapımı puro, milli parklar, şelaleler, rafting, kahve plantasyonları, binbir çeşit adını bilmediğim hayvan, hamak, turkuaz rengi sular, rüzgar sörfü, dünyanın ikinci büyük su altı kayalıkları, yağmur ormanları, jaguar, puma, Unesco Dünya mirası Copan harabeleri ve tabii ki futbol ile karşınızda Honduras. Bir anda aşık etti bu ülke kendine beni.


Güneyde Nikaragua, batıda ise Guetamala ve El Salvadora komşu bu pek güzel Güney Amerika ülkesinin kuzeyi Karibik Denizi (644km'lik kıyı şeridinde ömrüm geçsin :) güneyi ise Pasifik tarafından kuşatılıyor (okyanus biraz serin olur gerçi ama buna da razıyım: 124km'lik sahil). Ülkenin güneybatısındaki Fonseca körfezinde şirin mi şirin irili ufaklı birçok volkanik ada, karibik kıyısında da ülkenin başlıca gelir kaynağı olan muz plantasyonları yer alıyor. Tropik bir iklimin hüküm sürdüğü ülkenin ırmaklarının çoğu Atlantik Okyanusu'na dökülüyor, bunlardan en uzun ikisi 320km ile Río Patucave ve 240km'lik Río Ulúa. En büyük gölü, aynı zamanda en büyük içme suyu rezarvuarı olan 285km2'lik Lago de Yojoa.

Bir çok Güney Amerika ülkesi gibi burada da resmi dil İspanyolca. Turizmin de bence gelir kaynakları arasında sayılabileceği bu cennetten kopma yer, onca güzelliğinin yanısıra ne yazık ki Haiti'den sonra Orta Amerika'nın ikinci en fakir ülkesi. Bu fakirliğin kötü sonuçlarından biri olarak, üye sayısının 40000leri bulduğu tahmin edilen çoğunlukla fakir ailelerin çocuklarından müteşekkül anarşist/terörist sağı solu dağıtan genç toplulukları ortaya çıkmış. Ülkede aynı zamanda hareketli bir politik hayat var ama ben bu konulara girmek niyetinde değilim.

Önemli şehirleri arasında bir milyonluk (2001) başkent Tegucigalpa ve ticaret merkezi San Pedro Sula (491.000) sayılabilir. Bu iki şehir aynı zamanda ülkenin üç önemli uluslararası havalimanına ev sahipliği yapıyor. La Ceiba ve Puerto Cortés ise Karibik kıyısındaki önemli liman şehirlerinden.

Ülkenin para birimi Lempira ve 1 Lempiranın üzerinde 1537'de hayata gözlerini yumana dek İspanyol istilacılara karşı direnen bir kızılderili olan Lempira Bey'in fotoğrafı var. 
Şimdi sizleri aşağıya eklediğim fotoğraflar ve iki adet video ile başbaşa bırakıyorum. Videolar 2009 yılında ülkenin tanıtımı için turizm enstitüsü tarafından çekilmiş/çektirilmiş. Her ne kadar ben videoları izledikten sonra pencerenin dışındaki Alp'lerin tepelerine yağmış karlar tarafından hayal dünyamdan gerçek dünyaya pat diye alaşağı edildiysem de, birkaç dakikalığına da olsa hamakta sallanmakta olduğumu düşünmek harikaydı.

Hamiş: Bu gönderi, şu an gemisi ile New Orleans'dan Panama'ya doğru seyir halinde bulunan kaptana gelsin (1).
Hamiş 2: Sanırsam Türkiye'den vize talep etmiyorlar, yani bir sonraki tatil istikameti göz kırpar gibi. Fotoların kalitesi iyi değil ama gitmek nasip olursa kendi çekeceğim fotoğraflar ile telafi ederim artık.


28 Ekim 2010 Perşembe

Cornelius Bischoff


Doğan Hızlan bugünkü yazısında bu yıl beşincisi gerçekleştirilen Ruhr Kitap Fuarı hakkındaki ilk izlenimlerini aktarmış. Fuarın bu seneki konusu "İstanbul'u dinliyorum". Hızlan, fuarın Selçuk Demirel tarafından hazırlanmış afişindeki kahve fincanına dikkatleri çekmiş, ben de başlıktaki kelime oyununu çok beğendim. "Lesen (okumak)" fiilinin emir kipi olan "Lies" hali ile İstanbul kelimesi birleştirilmek sureti ile akılda kalıcı bir görsellik yaratılmış. Sık başvurulan bir yöntem olmasına rağmen, yine de yaratıcı buldum.
Hızlan'ın yazısını okurken bir isim dikkatimi çekti: Başta Yaşar Kemal olmak üzere, Orhan Pamuk, Çetin Öner, Haldun Taner gibi Türk yazarların eserlerini Alman Edebiyatı'na kazandıran hukuk menşeli seksen iki yaşında bir çevirmen, aynı zamanda fuarın bu seneki onur konuğu. Bir tahminde bulunmam istenilseydi eğer, -bence- meşakkatli bir işe soyunmuş bu üstadın Türk olduğunu söylerdim, çünkü bir yabancının Türk Dili'ne Yaşar Kemal'in kitaplarını çevirebilecek derecede hakim olabileceği hiç aklıma gelmezdi. İşin iç yüzü ise hiç de öyle değilmiş. Şimdi kısaca Cornelius Bischoff'dan bahsetmek istiyorum.

1928 yılında Alman marangoz bir babanın ve Yahudi bir Türk annenin oğlu olarak dünyaya gelen Bischoff, 1939'da nazi rejiminden kaçarak ailesi ile birlikte Istanbul'a gelip, bugün artık sadece İstanbul Erkek Lisesi, (tahminimce) Avusturya ve Alman Lisesi gibi birkaç okulda  tamamlanabilen "Abitur" (yurt dışındaki lise eğitimine denk olduğu kabul edilen) eğitimini 1948'de tamamlamış. Sonrasında İstanbul Hukuk Fakültesi'nde başladığı hukuk eğitimini, ancak 1954'de Hamburg'da bitirebilmiş. Hukukçu olarak çalıştığı yılların ardından, 1978 yılında artık Türk Edebiyatı çevirmenliğine soyunmuş, iyi ki de böyle yapmış. Şu sıralar ise seneye çıkması beklenen "Teşekkürler Türkiye" isimli kitabının hazırlığı içindeymiş.

Kendi ağzından hikayesi Milliyet gazetesinde şöyle yer almış (yazının tamamı burada):
"Babam, 1920 yılında inşaat işçisi ve sendikacı olarak İstanbul’a gitmiş. Yahudi kökenli bir kızla evlendikten sonra Almanya’ya geri dönmüş. Daha sonra 1938 yılında babam, sonra da ben, kızkardeşim ve annem Türkiye’ye sürgüne gittik. Anneannem 500 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Yahudi kökenli biri. Babam hep faşizme karşıydı. Nazi döneminde Türkiye’ye sığındık. İstanbul’da Alman okullarına gittim, daha sonra buralar kapatılınca Çorum’a gittik. Burada Türk arkadaşlarım oldu. Türkçe öğrendim. Daha sonra İstanbul’a dönerek Fransız Okuluna gittim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine başladım. İkinci Dünya Savaşından sonra Hamburg’a geldim. Türkiye’de yaşadığım süre içinde Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk ile tanıştım. Hala onlarla iletişimim devam ediyor."
Açıkçası Bischoff'un hikayesini oldukça çarpıcı buldum, çünkü biz hep bunun tam tersi hikayeler duymaya alışığızdır: Türkiye'ye gelenler değil de, Türkiye'den Almanya'ya giden Türk işçiler örneğin. Bu zorlu hayat şartlarına rağmen (nazilerden kaçmaktan falan bahsediyorum!) kendine çizmeyi başardığı yol bence oldukça etkileyici, şahsen ben kendim için bazı dersler çıkardım. Milliyet'teki yazıda geçen şu kısımlar da, Almanya'da bulunmuş ve Almanların Türkler hakkındaki genel görüşünü az çok bilen bir Türk olarak beni ayrıca çok mutlu etti:
"Bischoff, sağlığının el vermesi durumunda İstanbul’da yaşamak istediğini de kaydederek, "Unutulmaz dostluklar kurdum, arkadaşlarım oldu. Türkiye güzel bir memleket; tarihiyle, kültürüyle, iklimiyle, gelenekleriyle... Türkiye’ye bize kapılarını açtığı için çok şey borçluyum"dedi.
Yaşar Kemal, Bischoff'u bakın nasıl tanımlamış: "Almanların en Türkü, Türkler'in de en Alman’ı"


Fuar ile ilgili olarak burada da bir haber görülebilir.

27 Ekim 2010 Çarşamba

alıntılar-1

Orhan Pamuk,  Masumiyet Müzesi (İletişim Yayınları 2008), s.253 
"O gün babam için mi yoksa Füsun cenazeye gelmediği için mi acı çektiğimi soran okurlara ve müzegezerlere, aşk acısının bir bütün olduğunu söylemek isterim. Gerçek aşk acısı, varlığımızın en temel noktasına yerleşir, bizi en zayıf noktamızdan sımsıkı yakalar ve diğer bütün acılara derinden bağlanarak bütün gövdemize hayatımıza ve hiç durdurulamayacak bir şekilde yayılır. Eğer umutsuzca aşıksak, baba kaybından en sıradan talihsizliğe kadar her şey, diğer bütün acılar, dertler ve huzursuzluklar, her an yeniden kabarmaya hazır olan bu asıl ıstırabımızın tetikleyicisi olur. Benim gibi aşk yüzünden hayatı altüst olmuş biri, diğer bütün dertlerinin çözümünün de aşk acısının sona ermesiyle mümkün olacağını sandığı için, içindeki yarayı istemeden daha da derinleştirir."

Elik Şafak, Aşk (Doğan Kitapçılık 2009), s.66
"Kim olursak olalım, dünyanın hangi yerinde yaşarsak yaşayalım, ta derinlerde bir yerde hepimiz bir eksiklik duygusu taşımaktayız. Sanki temel bir şeyimizi kaybetmişiz de geri alamamaktan korkuyoruz. Neyin eksik olduğunu bilenimiz ise hakikaten çok az."

26 Ekim 2010 Salı

Eat-Pray-Love

Filmden bir sahne
Ye, Dua et, Sev. Ne kadar basit duruyor ve bütün huzurlar sanki hakikaten de bu üç eylemde saklı. 2006'da kaleme aldığı romanının bu yıl sinemaya uyarlandığını ve başrolü Julia Roberts'ın oynadığını duyunca, -açıkçası- Elizabeth Gilbert'in bu işe ticari bır kaygı ile soyunduğunu (babasının hayrına yazmıyor kadının ekmek kapısı bu gerçi ama) düşünmedim değil. Son yılların popüler kitap modasına uyup, yarım kilo "Hayat aslında görmeyi bilene güzel, lay lay lom", 250 gram "Herkes yapabilir, bak ben yaptım nasıl da güzel oldu!" , bir kahve fincanı "Mutluluk içimizde" ve bir tutam "Evrene gönderilecek pozitif enerji" ile bunları takip eden birkaç haftalık bir reklam kampanyası sonrası, "Herkesin kafadan beğeneceği bir kitap mı yaptı acaba?" şeklınde şüphelerim var. Henüz kitabı edinme ve okuma fırsatı bulamadım ama dün tesadüfen yazarının (Elizabeth Gilbert) workshop tadında bir konuşmasına denk geldim. İlginçtir, anlattığı şeylerdeki samimiyetine inanasım geldi ve değindiği noktalardan bazıları çok hoşuma gitti. Örneğin babasının kimya mühendisi olduğunu anlattığı kısımları dinlerken, nasıl da bundan bir beş sene evvel baskete merak salan erkek kardeşimin kafasını "Herkes mi Alan Iverson oluyor, bunlar binde bir kişiye olur, sende öyle bir cevher olsa çoktan keşfedilirdin, böyle boş hayaller peşinde koşma da kalk test çözelim birlikte" türevi nasihatlarla okşadığımı gülümseyerek hatırladım. "Oku da adam ol"culara hak vermekle birlikte, "İnsanın hayattaki birincil amacı hayalinin peşinden gitmek mi/ Dünyaya bunun için gelmiş olabilir miyiz?" soruları kafamda fink atmıyor değiller. Bence çoğu zaman olduğu gibi  bu soruların mutlak bir cevabı yok ama sorulmaları ve haklarında kafa yormak beni heyecanlandırıyor.
İçindeki sese kulak verip, yapmak için yaratıldığı işi bulabilmiş insanların  tutku  ile yarattıkları eserleri ve alanlarında ortaya koydukları başarıları hangi gerekçeler ile reddeceğiz?  Böyle kimseler olmasaydı bilim bile şu an olduğu noktaya yaklaşamaydı bile herhalde. Kendini birşeye adamış bu muhterem kişilerin hayatta adeta ikinci bir sevgilileri var, haşır neşir iken kendilerini kaybettikleri, içine daldıklarında mutlu oldukları. Dünya gerçekliklerini göz önünde bulundurunca, hele ki bizimki gibi sanatçının bakımevi köşelerinde öldüğü, yazarına kitabının korsan baskısının imzalatıldığı, konserlerde sahneye birşeylerin atıldığı, engelli maraton birincilerinin devlet maaşlarının kesildiği, piyanistlerinin sahnelerinin basıldığı bir ülkede bu kararı/kararlılığı oldukça radikal buluyorum. Hayalinin çağrısını reddemeyen bir arkadaşım var ve açıkçası içten içe ona çok imreniyorum. O ise ne yazık ki ailesinden bile tam anlamıyla destek göremiyor. 
Türkiye'de mühendislerle yapılan bir anket sonucuna göre, ankete katıların büyük çoğunluğu güneye yerleşip bir teknede yaşamak/bir pansiyon işletmek istiyormuş. Bana sormadılar ama sorsalardı şüphesiz aynı cevabı verirdim. Bu mühendis oluşumdan mı, yoksa ailede turizm geçmişi olduğundan mı bilinmez ama son yıllarda harbi harbi oturup 8-10 odalı küçük otelimin planlarını yapıyorum. Kaç sene çalışsam sermaya biriktiririm de açarım, kimler çalışacak, iş bölümü nasıl olacak, nasıl reklam yapacağız, nasıl bir konsept vs... Sabah erkenden mutluluk içinde yatağımdan kalkıp dalgalara günaydın dememi takiben kahvemi içip o günki işlere hevesle kolları sıyırmaya varıncaya kadar detaylı bir şekilde hayal kuruyorum.
Önce bir fikir gelir aklına bence insanın, bu sonra iyi bir fikre dönüşür, sonra iradeliyse insan artık bir planı vardır ve bunu hayata geçirir. En kötü emekli olunca pılıyı pırtıyı toplar, yollanırım aşağılara. Çoluk çocuk da artık baksın başının çaresine.
Nerede kalmıştık video diyordum, evet. Gilbert, konuşmasında yaratıcılıktan bahsediyor, dış etmenlerin nasıl da bazen bize karşı durduğundan dem vuruyor, hayata dair güzel ufak göndermeler yapıyor, tespitlerde bulunuyor, çok sık kendinden ve baskalarından örnekler veriyor. Bence görecelilikten bahsediyor, tüm sınırların insanın kafasında olduğundan, korkuların tarafımızdan yaratıldığını ve reddetmenin elimizde olabileceğinden. (bunların bazılarını söylemediyse eğer, benim çıkarımım da olabilir) İzlemeye değer.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Daft Punk-Around The World

'99 depremi esnasında kim nereden bağış yapmış diye (Türk merakı işte) TRT 1'de Mehpare Çelik ablamızı takip ederken, (konuyu nereden nereye bağlayacağım şimdi bak bir dikkat edilsin) reklam aralarında diğer kanallarda gezinirdik haliyle. O yıl iki yaşında olan Daft Punk'ın Around The World'üne rastladığımda bu renkli ritmik ve senkronize klip beni hemen kendine aşık etti. Hala da öyle gider. Klibi Michel Gondry tarafından çekilen şarkıda, her alt dansçı grubu belli bir enstrumanı temsil ediyormuş: İskelet adamlar gitarı, mumyalar davulu, uzaylı kılıklı tipler vokali, 80den kalma tipli kadınlar klavyeyi, uzun boylu küçük kafalı adamlarsa bası canlandırmışlar.
Malum o yıllarda henüz mp3 teknolojisi falan olmadığından, radyodan ya da kasetten kasete şarkı çekmek gibi hususlar ile meşguldük. (Hatta o yıl ilk aşkım bana bir Eminem kasedi hediye etmişti. Evde hala bir yerlerde duruyordur Allah bilir.) Bir de benim hiç CD çalarım olmadı, Walkman'dan direkt mp3 çalara terfi ettim ama bu konuda yalnız değilimdir.
Çıkış zamanının Nisan '99 olduğunu az önce araştırınca gördüğüm, yine geç doksanların beğendiğim diğer bir klibi ise Fatboy Slim' in Right Here Right Now'ıdır. Biz deprem stresini böyle atıyormuşuz demek ki, kâh mumyalı, iskeletli, kâh bir algden (ya da benzeri bir hücreli canlıdan) şişman bir Amerikalı'ya dönüşmenin üç buçuk dakikalık tarihçesi. Çok drammış hakikaten. Amerika'nın bilinç altlarımıza gönderdiği bir mesaj olabilir mi acaba bu? Sözkonusu klipleri aşağıda bir tıkla izlemenin dayanılmaz hafifliği.... (HD değiller)



24 Ekim 2010 Pazar

kadınlar dikkat!-ayakkabı

Michael, Jodie and Mike tutup Avustralyada Shoes of Pray diye bir ayakkabı firması kurmuşlar. Firmanın internet sitesine girip gönlünüzce istediğiniz tip ayakkabıyı tasarlıyorsunuz, onlar da sizin için üretiyor. Hayal gibi değil mi :) Böylelikle belki de kendiniz ile özdeşleşen butik bir ayakkabı tasarlayabilir ve ortada gerim gerim gerinerek bunun sizin dizaynınız olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu işi Türkiye'ye getirsem tutar mı acaba?


typewriter art-daktilo ile resimler

Yirmiyedi yaşındaki İngiliz sanatçı Keira Rathborn sanatında teknoloji hariç herşeyin sınırlarını zorluyor. Bence Allah vergisi yeteneğini keşfedebilmiş insanlardan biri. Bildiğimiz eski model daktilosu ile harfleri ve noktalama işaretlerini kullanarak resimler yapıyor.Sitesi buradan görülebilir.







doğa sporları-gezenbilir.com

Geçtiğimiz yaz doğa sporlarına merak saldığımdan, "Acaba Türkiye'de de bu işlere gönül vermiş kimseler var mı yahu?" diye biraz arayınca karşıma çıkan oldukça beğendiğim bir forum sitesini paylaşmak istiyorum: Gezenbilir.com


Sitedeki ana kategoriler şu şekilde:
  • Doğa sporları
  • Off Road
  • Karavan dünyası
  • İki teker
  • Navigasyon ve haberleşme
  • Fotoğrafçılık
  • Gezginin dünyası
  • ....
Bu işlerin tadını almış biri olarak tavsiyem bu insanlarla iletişime geçip dağa taşa kampa, kanyolarda sularda kaymaya, karavanlarla sefalet çekmeye, kırlara fotoğraf çekmeye koşulması yönündedir. Örneğin 29 Ekim tatilinde Kaz Dağları'na kampa gidecekleri bir organizasyonları var.

red bush çayı


Aradığım mamafih Türkçe'sini bulamadığım bir bitki olan Red bush (Alm: Rotbusch, Rooibos, Bot: Aspalathus linearis) kafein içermeyen bileşiminin de etkisi ile olsa gerek, 1990'ların başından beri yurtdışındaki market raflarında -çaya bir alternatif olarak- yerini almış durumda. Tek yetiştiği yer olan Güney Afrika Cumhuriyeti'nin güney batısındaki Cederberg dağları civarındaki halk için sadece milli bir içecek değil aynı zamanda pastaya çöreğe katılan bir aroma özelliği taşıyormuş. Yaklaşık bir metrelik sarı çiçekli bu bitkinin dalları kesilip 3mm olacak şekilde küçük küçük kesilip bölgedeki sıcağın ve nemim etkisi ile fermente edilince bitki, kırmızı rengine ve meyveli aromasına kavuşuyor ve yüz kırk ülkeye ihraç ediliyormuş. Kendine has şekerli bir tadı olan (test ettim onayladım) Red bush çayının ayrıca mutluluk hormonu olan Seratonin üzerinde pozitif bir etkisi olduğu bulunmuş. (Japon, Güney Afrika ve Amerikalı profesörlerin yalancısıyım)        



Bir de kokteyl tarifi vereyim tam olsun:

4 cl Rooibos çayı  
2 cl portakal suyu
4 cl Ginger Ale
Sekt ya da soda

Soğuk Rooibos çayı, portakal suyu, Ginger Ale ve kırılmış buz bir Shakerda birbiri ile karıştırılır. Buz konmuş bir bardağa dökülüp üzerine soda ya da sekt doldurulur. Meyve ya da taze nane ile süsleyebilrsiniz.

mayından tasarımlar

1959 Estonya-Tartu doğumlu sanatçı Mati Karmin, deniz mayınından hazırladığı ilginç tasarımlar ile ülkesinde hatrı sayılır bir üne kavuşmuş. Gardrop ve yatak fikirlerini doğrusu biraz garipsesem de, bar dolabı ve şömine fikirlerini tuttum. Buradan sanatçının sayfasına girip tüm tasarımlarına göz atabilir, ya da benim aşağıya eklediğim fotoğraflarla yetinebilirsiniz :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Leaving Las Vegas-film

Hani böyle hayatımızın çeşitli dönemlerinde döne döne izlemekten usanmadığımız, o an hayatımızın içerisinde bulunduğu noktaya göre her seferinde başka anlamlar yüklediğimiz ya da başka çıkarımlarda bulunduğumuz Hollywood'un kült filmleri vardır ya, işte "Leaving Las Vegas" benim için artık onlardan biri. Bu filmi nasıl bu kadar geç izlemişim (1995'da gösterime girmiş) kendime hayret ettim. Filmi izlerken sayısız sahnede, incelikle işlenmiş insanı derinden etkileyen hususlar tarafından mest edildim.
Film için spoiler içermeyen bir iki şey yazmak gerekirse: Hollywoodlu bir senaryo yazarı olan Ben, karısı oğullarını da alıp onu terk ettiğinden beri, çok ağır bir alkolik olmuştur. Filmde Ben'in  "Alkolik olduğum için mi karım beni terk etti, yoksa o gittikten sonra mı alkolik oldum?" şeklindeki ifadesi bizi bizden alır aynı zamanda. İşini de kaybeden Ben, ne var ne yok yakar, tüm parasını nakde çevirir ve kafaları çekmeye Las Vegas'a doğru yollanır. Orada bir hayat kadını olan Sera ile yolları kesişir (filmde yine bu noktada kanımca çok duygusal bir de diyalog geçer, tanıştıkları esnada Ben yine sarhoş olmasına rağmen, Sera kendini tanıttığında, isminin "h" ile mi yoksa "h" siz mi yazıldığını sorar. Ben de olsam aşık olurdum kesin bu soru sonrasında) ve tanışmalarını takiben -bence- çok saf olaylar gelişmeye başlar. Leaving Las Vegası'ı erkeklere uygun olan romantik/duygusal filmler kategorisine de sokmanın yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Bu filme erotik diyenin de izanını sorgulamayı bir borç bilirim.
Yönetmenliğini Mike Figgis'in yaptığı filmde Nicholas Cage ile Elisabeth Shue başrolleri paylaşmış. IMDB puanı 7,6.
Aşağıya filmin fragmanını ve etkileyici bulduğum karelerini ekledim. Unutmadan bir de, soundtrack'i edinilesi (Sting esintileri) ve alkollüyken izlenmesi gereken filmler kategorilerine de giren bir filmimizdir.



Soundtrack kapağı

lounge fm-radyo

Unutup unutup yeniden hatırladığım Avusturyalı'ların güzel bir sitesi var:
Radio Lounge FM.








Almanca biliyorsanız site gözünüzde daha da bir katmerlenir çünkü sitede güzel müziğin yanı sıra, albüm tavsiyeleri, çekilişler ve hayata dair pratik bilgileri de sunulmakta. Şahsen lounge fm'de çok albüm demosunu dinlemişliğim vardır. Blogun ana sayfasındaki youtube linkinden dinlenebilen Lemon Lounge'da yanılmıyorsam dikkatimi burada çekmişti.
Keyifle dinlemeniz dileği ile...

edit: bayağı uzun süredir dinlememiştim, biraz tarz değiştirmişler ya da şu an çalan DJ ile bir ilgisi olabilir.

anne vs. baba- video

annemiz beş dakika dondurma almaya giderse en kötü ne olabilir ki?

hamiş: bu videoyu sevgili arkadaşım grenzgænger'e ithaf ediyorum. yeğenlerim ölmesin!



pablo neruda'dan bir şiir

Pablo Neruda, 1904-1973

Yavaşça Ölür Onlar

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoşgörü barındırmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
İzzetinefislerini yıkanlar
Hiçbir zaman yardım istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklara esir olanlar,
her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen
veya yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,
tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar
yavaş yavaş ölürler.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
dışına çıkmamış olanlar
Yavaş yavaş ölürler.


PABLO NERUDA (Şilili yazar ve şair)

kova burcu kadını

Kova kadını, insanları önce zekâsıyla etkiler. Ona göre, bir kadının hayattaki yeri mutfakla sınırlı değildir. Entelektüel bir tiptir, dünyada neler olduğunu bilir ve bunlar hakkında zevk ve hırsla tartışır. Aşk konusunda, sahiplenme fikri olmayan tek burçtur. Tutkulu bir âşıktır, kendini erkeğine vermesi için sıkı bir bağa ihtiyacı vardır.

Onun için güven, aşkın temelidir. Erkeğine güvendiği sürece onunla olmaması için hiçbir sebep yoktur. Ama eşinin ona oyun oynadığı kulağına gelirse, kaçış yöntemine baş vuracaktır. Bu hayal kırıklığı onu kızdırmaz. Cinsel olarak da Kova kadını özel bir yapıdadır. En ateşli Romeo bile, zekâsının, tutkusundan üstün olduğunu kanıtlamadıkça onun kanını ısıtamaz. Aralarında sıkı bir bağ oluşuncaya kadar Kova kadını özgürlüğe ihtiyaç duyar. Fikirlerini gerçekleştirmek konusunda sabırlıdır. Bir şeye inandığı sürece, kimse onu bundan kopartamaz. Bu inançların gerçekçi olmadığı kanıtlanınca geri çekilir, ama sadece yeni bir tercih yapmak için.

Eğer bu alışılmamış, akıllı ve ileriyi gören kadınla evlenmeye karar verdiyseniz, onun yanında her zaman figüran olarak kalmayı kabul etmiş olursunuz.

Her şeye rağmen bir erkek, bu kadınla ilişkiye girebildiği için kendini takdir etmelidir. Duygularıyla aklı dengededir. Bu ilişkinin sürekliliği, onun farklı ilgi alanlarına ve arkadaşlarına katlanıp katlanamayacağınıza bağlıdır.

Anahtar kelimeleri: Özgürlük ve bağımsızlık
Uzak durması gereken burçlar: Boğa, Akrep
Anlaşabileceği burçlar: İkizler, Terazi, Yay, Koç

Basel'de bir cumartesi


Basel'den bir panorama görüntüsü

Geçtiğimiz cumartesi günü, İstanbul uçuşum öncesinde nihayet ziyaret etme fırsatı yakaladığım İsviçre’nin kültür başkenti ve üniversiteler şehri: Basel. Her ne kadar büyük şehir denince bir İstanbullu olarak benim de aklımda -oniki değilse bile- en azından birkaç milyonluk bir şehir canlansa da Basel, 170.000’lik nüfusu ile İsviçre’nin Zürih ve Cenevre’den sonra üçüncü büyük şehri olma özelliğini taşıyor.
Otuzbeş litrelik sırt çantamı tıka basa doldurup, her şeyi son bir kez kontrol ettikten sonra (pasaport, uçuş bileti, hediyeler, anahtarlar, cüzdan, fotoğraf makinesi vb.) trene atlayıp Basel’e doğru yola çıktım. İstanbul uçuşum 22:25’de idi ve ben güneşli bu sonbahar akşamüstünde Ren Nehri’ni iki taraftan kuşatan şehri gezecek olmanın heyecanı içindeydim. Genelde -birçokları gibi- gezeceğim şehirler hakkında önceden küçük de olsa bir araştırma yapmak âdetim vardır. Şehirde ne yapılabilir, görülecek nereler var, hangi yemeği meşhur, olası spesiyaliteler neler gibi konulara şöyle bir göz gezdiririm ama ben aslında şehirlerin aşırı turistik yerlerinden ziyade, birilerinin dikkatini çekmeyi bekleyen saklı kalmış güzel köşelerini fotoğraflamayı, yerel halkından küçük tüyolar almayı daha çok severim, kısacası şehrin herkese gösterdiği yüzünden başka bir yüz ararım. Ama bu sefer ne yazık ki tatil telaşı içerisinde olduğumdan, Basel’de beni nelerin beklediği konusunda hiçbir fikrim yoktu.
İner inmez hemen hatrı sayılır ağırlıktaki sırt çantamı  kiralık bir dolaba kilitledim ve doğruca turist bilgi noktasını aramaya koyuldum. İhtiyacım olan broşürlere kavuştuktan sonra kendime bir rota belirlemek için  oturup sakince plan yapabileceğim bir yer aramaya başladım. Dikkatimi ilk çeken, sokakları dolduran –muhtemelen güneşli bir gün oluşunun da etkisiyle- bisiklet tepelerinde suratlarında bir büyük tebessümle telaşsızca yol almakta olan insanlardı. Yüksek refah seviyesi dedikleri bu olsa gerekti. Trafikte önceliliğin yaya ve bisikletlilerde olmasından kelli, bilimum taksi ve minibüs şoförleri tarafından ezilme tehlikesi geçirmeksizin bisiklete binebilmek.
  İş yerindeki arkadaşlar tarafından iyice tembihlenmiş olduğumdan unutmadan hemen Basel’e özgü iki tatlıcı dükkanını aramam gerekiyordu. Şansıma aramama gerek kalmadan onlar beni buldu. Dükkanlardan ilkinde başta karamelli olmak üzere envai çeşit çikolata ve türevini satan, spesiyalitesi olan böyle -Selanik gevreğinin tarçınlısı- şeklinde kabaca tarif edebileceğim bir çeşit kuru pasta tarafından mest edileceğiniz “Leckerli Huus”a adım attığım anda ne alacağımı belirlemem hiç uzun sürmedi. “Grenzgænger ile birlikte yeriz ne güzel, oh” diye düşünceler içerisindeydim kasada satın aldığım çikolatanın ve karamelli küp şekerlerinin parasını öderken . 
Birkaç dakika sonra iki yan dükkanda "Lüxemburgerli" tarttırırken buldum bu sefer kendimi. Böyle şekerden, küçük tatlı pufidik hamburgercikler. Vanilyalı, çikolatalı, absinthli ve –tabii ki- karamellilerinden oluşan 100g’lık karışıma dünya para verdikten sonra "Elizabethen Parkı"nda birkaç naçizane sonbahar fotoğrafı çekip, eski yüzlü yeşil tramvayların bana eşlik ettiği cadde boyunca  birşeyler içebileceğim bir yer aramaya başladım. 

Elizabethen Kilisesi
Birkaç yüz metre gitmiştim ki, "Elizabethen Klisesi"nin önündeki güneşli sandalyeler beni davet etti, hemen masalardan birine kurulup kendime bir kahve söyledim. Mideye indirmeden önce Lüxemburgerli’lerin bir  fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmedim. Şehir haritasına ve bilgilendirme noktasından aldığım broşürlere bir göz attığımda, birkaç saat içinde neredeyse şehrin tamamına yakın bir kısmını yaya olarak gezebileceğimi gördüm. Bu belki de Avrupa şehirlerinin en sevdiğim özelliklerden biridir: Toplu taşıma araçlarına ihtiyaç olmaksızın, elde bir harita ile şehrin dokusunu hissede hissede, kimi zaman şehrin temposuna ayak uydurarak kimi zaman ise kendince bir tempo tutturarak şehrin yollarına vurmak kendini.

 

Sağımda solumda ne var ne yok diye etrafa bakınırken, iki ayrı masada oturmaktan olan iki kişiye takıldı gözüm. Bu kadın ve erkek Avrupalı kişiler yalnız başlarına masalarında oturmuş kitaplarını okumaktaydılar. Muhtemelen güneşli bu geç yaz cumartesisin tadını çıkarıyorlardı. Bu noktada aklıma iki şey geldi. Ben böyle yalnız başıma bir kafede kahve içip kitabımı okusam ne gibi duygular içerisinde olurdum? Malum, Türk’üz, kitleler halinde takılmayı severiz, öyle yalnız başına bir şey yapmak pek âdetimiz değildir, hatta şahsım adına konuşmak gerekirse, ben yalnız başıma bir şey yaparken pek de mutlu olamam ve hatta depresyona girme ihtimalim bile vardır. Tek başına gezen insanları artık önceye göre daha az yadırgasam da, yine ne de bir cumartesi günü güneş ve kitabı arkadaşlarıma tercih etmem diye düşünüyorum. Üzerinde kafa yorduğum ikinci husus ise, "Avrupalı yalnızlığı diye bir şey var mı acaba?" idi. Bu ikincisine bir cevap bulamadım. Bir gün hafif çakır keyif olduklarında Avrupalı arkadaşlarıma yönelteceğim bu soruyu, bakalım bana ne cevap verecekler.
Ne yazık ki şehri gezmek için kısıtlı bir sürem olduğundan, müzelere uğrama fırsatı bulamadım ama dışlarından da olsa bir iki tanesini fotoğraflamayı becerdim. (Müzeler hakkındaki broşürde, her ayın ilk Pazar günü devlet müzelerine girişin serbest olduğunu okuyunca biraz teselli buldum. Bir süre daha İsviçre’deydim, gelirdim nasıl olsa.)
Plan gereği, biraz geriye yürüyüp bir onsekizinci yüzyıl eseri olan Historisches Museum'u ve önündeki meydanda güneşin tadını çıkarmakta olan insan kalabalığını fotoğrafladıktan sonra, Antika ve Tarih müzelerine bir kısa bakış atıp, soluğu araç trafiğine kapalı (Fußgængerzone) alışveriş caddesi Freie Strasse’de aldım. Aşırı sayıda dükkana girmeye çalışan bünyeyi  kontrol altında tutarak, Münsterberg'den yukarı doğru tırmanınca Münsterplatz'da beni Basel'in simgelerinden biri olan kırmızı kumtaşından gövdesi, renkli çatısı ve ikiz kuleleri ile Münster katedrali karşıladı.  Daha sonra öğreneceğim üzere, belediye binası gibi burada da tamirat olduğundan, güzel fotoğraflar çekemedim ne yazık ki. Münsterberg'den yeniden geçerek, bu kez Marktplatz'a doğru yola devam ettim. Meydana vardığımda, dikkatimi hemen Basel Kantonunun yönetildiği -yine çok renkli- belediye binası çekti. 14. yy'da inşa edilen yapıya, 15. yy'da şimdi üzerinde oniki farklı kantonun bayrağını taşıyan ön cephedeki yapı eklenmiş. 17.yy'da yapılan ekleri ve restorasyonları, son olarak 1900'dekiler takip etmiş ve yapı bugünki şekline kavuşmuş.
Freie Strasse


Münster Katedrali

Belediye Binası
 
Mittlere Köprü
Elektrikli tramvay 1926 yılından kalma tahta köprünün üzerinden geçemeyecek olunca, 1903-1905 yıllarında tahta köprü yıkılıp, onun yerine inşa edilen "Mittlere Rheinbrücke"den şehrin kuzeyine geçip biraz da Untere Rebgasse ve Claraplatz'da gezindikten sonra, yine şehrin güneyine geçtim. Bu sefer ki hedefim Ren Nehri boyunca ilerleyip St. Alban-Tor'u görmekti. Açıkçası daha büyük bir yapı beklemiştim ama yine de gördüklerimden memnundum.



Güneybatı yönünde ilerleyen ağaçlıklı güzel bir yürüyüş yolu tarafından ikiye bölünen St. Alban Anlage boyunca ilerleyip Aeschenplatz'a vardığımda, sol yanımda 1989'dan beri aralıksız bir şekilde çekicini sallayan en çalışkan Basel'liye rastladım bu sefer. 13,5 metre boyundaki, 15cm kalınlığındaki yaklaşık sekiz ton ağırlığındaki bu sanat eseri Jonathan Borofsky'nin  tasarladığı tek Hammeringman değilmiş. Sanatçı, ilki Franfurt'a olmak üzere, Seul, New York, Los Angeles, Dallas ve başka birçok şehre Hammering Man'lerini yerleştirmiş. Kendi ağzından eserinin tanımı şu şekilde:
"The Hammering Man is a worker. The Hammering Man celebrates the worker. He or she is the village craftsman, the South African coal miner, the computer operator, the farmer or the aerospace worker-the people who produce the commodities on which we depend. (...) At its heart, society reveres the worker. The Hammering Man is the worker in all of us. "
Artık hava kararmaya, benim de karnım iyiden iyiye acıkmaya başlamıştı. Saat 22:00'ye kadar açık olduğunu öğrendiğim Coop Pronto'dan (kasada Türk'ler vardı) tavuklu bir sandviç ve gazlı bir içecek aldıktan sonra, dolaptan sırt çantamı yüklenip yeniden, havaalanına giden otobüse binmek için durağa doğru ilerlediğimde, kantonal sistemin son sürprizi beni bekliyordu: Otobüsün önünde dikiliyordum, ama şoför gözümün içine baktığı halde kapıyı açmıyordu! Meğerse dışarıda bir düğme varmış, ona basmayınca kapı açılmıyormuş. Hadi düğmeye bastım, içeri girdim, cüzdanı çıkardım, bu sefer de şoför "Benden bilet mi istiyorsunuz?" şeklinde bir sual yöneltti bana. Bizim kantonda işler öyle yürüyor (canım Post Auto'm) dedimse de, az ilerdeki bilet otomatına işaret ettiğinde gülümsüyordu şoför. Biraz sonra biletim almıştım, otobüsten dışarıyı seyrediyordum artık. Yaklaşık onbeş dakikalık bir seyahatten sonra EuroAirport'taydım. Uçuşu kontrol edince, bir buçuk saatlik rötarı gördümse de ama hiç aldırış etmedim, bagajım  olmadığından check-in gibi bir telaşım da yoktu ve işbu yazının taslağını çıkarmaya başlayabilirdim!
Her ne kadar ben gitme fırsatı bulamadıysam da Basel'de yılın 365 günü açık olan bir hayvanat bahçesi, şehri çevreleyen güzel parklar, daha birçok kilise ve müze var.

22 Ekim 2010 Cuma

bir sonbahar akşamüstüsü-şiir

bir Basel parkında sonbahar
                                bacadan tüten ilk duman
                                erken yanan bir sokak lambası
                                telaşla üzerimizden geçen bulutlar
                                nerede çeşme başında oynayan çocuklar?

                                gelme sonbahar, gelme...
                                çok azları sever seni
                                senin o renk cümbüşü güzelliğini.
                                çokları için bir sonun habercisisin
                                hep erken gelir yaz çocuklarına güz.

                                baksana düşürmüşsün ilk karı yüksek doruklara
                                sabahları yüzümüzü ısıran soğuğun
                                yavaşça giriyoruz işte kabuğumuza.

                                bir gecede dökmüşsün ayazınla
                                kızılağacın nazlı kızıl-sarı yapraklarını.
                                küsmüş.
                                gölgeler erken iner olmuş şehre ve hatta
                                yalnızlıkla karşılıklı bir kadeh birşey içmeye gitsen,
                                o tek masa bile bomboş. 

Visp, Ekim 2010

sakızın kısa tarihi

Kobi Levi imzalı bir dizayn
Geçenlerde Alan ile yaptığımız bir gezi esnasında, kendimizi bir anda Alan'ın çok sakız çiğnemesinden dolayı "acaba sakızı kim icad etti, birincil amaç kötü ağız kokularına karşı savaş vemek miydi, yoksa bir başka ürünün üretimi sırasında tesadüfen mi bulundu..?" sorularına cevap ararken bulduk (bize neyse!). Merakımı gidermek için şöyle internette kısa bir araştırma yaptım, karşıma çıkanları da bloga aktarayım dedim. 
"Sakızın kim tarafından bulunduğunu söylemek oldukça zor olsa da sakız çiğnemenin çok eski bir gelenek olduğu süphe götürmez bir gerçek-miş. İsveçli bilim adamları bir kazı esnasında kemiklerin ve elma artıklarının yanında  tahminen 9000 yıllık kurumuş bir de sakız bulmuşlar. Eski zamanlarda insanlar kayın ağacından elde ettikleri yapışkan bir maddeyi çiğnerlermiş. Eski insanın çiğnediği sakız ile bugün bakkaldan satın aldığımız sakız birbirinden çok farklı da olsa, bir ortak özellikleri var. İkisi de doğal lastiklerden ve ağaç özlerinden (ağaçların kendi yaralarını iyileştirmek için salgıladığı sıcaklık ve yaş gibi etkenlerle sıvı veya katı formlarda bulunun reçinesi) üretiliyorlar.

Milattan sonraki ilk yüzyıllarda büyük yunan fizikçisi ve botanikçisi Dios Corriedis "De Materia Medica" isimli kitabında "Mastik çiğneme"'den bahsetmiş. Mastix Yunanca'da çiğnemek anlamına geliyor-muş. Yine kazılardan birinde çıkan sonuç, Sapodilla agacının salğıladığı sütten ilk sakızı yapanların Maya'lar olduğu yönünde (zaten bir taşın altından da çıkmasınlar).  Bir metre ene ve kırk metre kadar yüksekliğe ulaşabilen Sapodilla ağacı (Türkçe'de bu ağaca ne dendiğini bir botanikçiden öğrenmem gerek) tropik yağmur ormanlarının nemli ılıman ikliminde yetişiyor ve 6-8 yıl "sağılabiliyor"muş.    Sakız çiğneme alışkanlığı ise bize muhtemelen Kızılderililer'den geçmiş. Cenovalı denizci ve kaşif Kristof Kolomb (1451-1506) araştırma gezilerinden birinde, bu maddeden büyük bir topağı beraberinde getirmiş. 1848 yılında ise John Curtis adında bir denizci, sakıza aroma katmayı ve büyük ölçekte üretip satmayı akıl etmiş. Curtis o kadar başarılı olmuş ki, kısa süre sonra 200 kişinin çalıştığı bir fabrikanın sahibi oluvermiş. Hammadenin ağaçlarla sınırlı olması, Curtis'i yeni bir hammadde arayışına itmiş ve hampetrolden elde edilen parafinden üretilen ilk yapay sakızlar bu noktada Sapodilla ağacından üretilenlere bir alternatif olarak pazardaki yerini almış.

Üçüncü isim olarak bu işin batılı temsilcilerinden Thomas Adams karşımıza çıkıyor. Adams'ın hikayesi benim "yan ürün" tezimi doğrular nitelikte. 1869'da Sapodilla ağacının reçinesini volkanize edip bisiklet tekeri ve türevlerini üretmeye çalıştığı başarısız denemelerinin sonucunda elde ettiği biçimsiz lastik topağı ile ne yapacağını düşünürken iyi bir fikir olup olmadığını denemek için küçük parçalara ayırıp yandaki lokalde satışa çıkardığında, ilk günden bu kadar büyük taleple karşılaşacağını hesaba katmamıştı herhalde. Bugün Amerika'daki en ünlü sakız üreticilerinden Warner Lambert Company'in hikayesinin nasıl başladığını biliyorsunuz artık.

Biraz daha ilerki yıllarda Amerika'nın bir diğer ünlü markasıWrigley's karşımıza çıkıyor. William Wrighley Senior beyefendiler, Philadelphia'da sabun üretmekle meşgul iken, oğlu "Ben okumayacağım baba, beni bayıyor, kendi sakız fabrikamı kuracağım" deyince, babasından enseye bir tokat yemiş midir bilinmez ama, dünyaya bir pazarlama dehası olduğunu kanıtlaması uzun sürmemiş. 1890'da kendi sakız fabrikasını açan oğul, 1893'de iyi reklamın meyvelerini tüm dünyada toplamakta iken, babasının gururla oğlunun başını okşadığını görür gibiyim.

1928'de bu sefer -çocukluk dönemimde şahsen benim de büyük bir keyifle şişirdiğim- Bubble Gum- bu kez piyasada boy göstermeye başlar. Walter Diemer, kimyadan hiç anlamayan bir muhasebeci olsa da, sakız ile deneyler yapmaya bayılırmış. Deneylerden birinde, belirli renk maddelerini katarak sakızın elastikiyetinin artırılabileceğini bulmuş ve Bubble Gum ortaya çıkmış.

Günümüzün modern insanı tabii olarak sakızın fizyolojik etkilerini araştırmaya koyulunca,  1939'da Kolombiya Üniversitesi profesörlerinden Hollingworth, sakız çiğnemenin sadece rahatlatıcı bir etkiye sahip olmadığının, aynı zamanda konsantrasyonu artırdığını ortaya atınca, ikinci dünya savaşı sırasında Amerikan askerlerinin cephede kah gönüllü kah zorunlu yoldaşı belli olmuştur artık. 
1950'li yıllarda piyasaya şekersiz sakızlar çıkarken, günümüzde artık diş bakımı yapanından, çeşit çeşit aromalısına kadar birçok çeşidine ulaşmak mümkün. 

Bilgi aktarma kısmının sonuna geldim ama ben hala sakız bulayım diyen ilk bünyenin ne amaçladığını bulabilmiş değilim. Yani Alan'a verecek pek de tatminkar bir cevabım yok. Yine bir yerlerde gözüme birşeyler çarparsa, buraya eklerim diyerekten yazıma son vereyim artık. Kaçtım.

hamiş: Aşağıda Simone Decker'in "Chewing in Venice" çalışması kapsamında Venedik sokaklarında sakız ile yaptığı sanat eserlerini görmek mümkün. Sanatçının web sayfası ve diğer çalışmaları buradan görülebilir.











Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...