yılı Virginia Woolf ile kapattım. uzun zamandır birçok blogda görüp okumak istediğim bir kitaptı. ilk 50 sayfa, özellikle ilk bölüm oldukça zor ilerledi ama sonra ya ben kitaba alıştım ya da anlatım biraz hareketlendi; bilemedim. geçtiğimiz yüzyılda kadınlara olan bakış bilmeme rağmen okuduklarım beni şaşırttı. sanki Avrupa'da kadına hiç yazıldığı gibi davranılmamıştır gibi düşündüğümü fark ettim... aşağıda kitaptan ufak bir alıntı ve bugünün kısa karı migrostan aldığım şirin mi şirin yılbaşı kupam var... İYİ SENELER!
s. 34
"(...) Pope şöyle demiş: Çoğu kadın kişiliksizdir.
La Bruyere de: Kadınlar uçlardadır, erkeklerden daha iyi ya da daha kötüdürler.
Birbiri ile çağdaş olan iki keskin gözlemcinin tamı tamına zıt fikirleri. Eğitim alacak yetenekte mi kadınlar, değiller mi? Napoleon yetenekleri olmadığını düşünüyordu. Dr. Johnson ise tam tersini (Erkekler kadınların kendilerinden üstün olduğunu bilirler, bu yüzden de en zayıflarını ya da en cahillerini seçerler. Böyle düşünmeselerdi, kadınların da kendileri kadar bilgi sahibi olmamalarından asla korkmazlardı. Erkek cinsine adil davranmak için, sonraki bir konuşmada sözlerinde ciddi olduğunu bana söylediğini açıklamayı dürüstlük sayıyorum.). Ruhları var mı, yoksa yok mu? Bazı vahşiler, olmadığını söylüyorlar. Bazıları ise tam tersine, kadınların yarı-kutsal olduklarını söyleyip bu nedenle onlara tapıyorlar. Hikmet sahibi bazı kişiler kadınların beyinlerinin sığ olduğunu söylüyorlar; kimileriyse bilinçlerinin daha derin olduğunu. Goethe kadınları el üstünce tutardı; Mussolini ise nefret ederdi. Nereye baksanız erkeklerin kadınlar hakkında düşündüğünü görürsünüz, ve hepsi de farklı düşünürler. (...)"
anne evi bambaşka rahat ettiği bir yer insanın... yediğin önünde, yemediğin arkanda; sürekli seni mutlu etmek için etrafında dört dönen ve çabalayan bir kadın... canım annem. şimdi dışarıdan geldi, dayanamamış yine, bir çam ağacı almış, süsledik birlikte az önce.
elime ulaşan kartlar için gönderen blogger arkadaşlarıma çooook teşekkür ederim, hepsi birbirinden güzel bu kartlar beni hem çok sevindirdi, hem de henüz giremediğim yılbaşı havasına girmeme yardımcı oldu :)
şubat ayından beri çalışıyorum ve eve geldiğimde canım hiçbir şey yapmak istemiyor. yalnız yaşadığım için yemek pişirmek istemiyorum, yine yalnız olduğum için bulaşık makinesi almadım ve elde bulaşık yıkamaktan nefret ediyorum (yurtdışındaki öğrencilik yıllarımda yaklaşık 3 sene elde yıkama sonucu sol elimde egzama var artık kışları). eve gelince böyle kimse bana değmesin, telefon çalmasın, karşı komşu yemek getiriyor bazen, ona bile bazen çalınca açmasam mı diyorum. evde resmen yalnızca en gerekli şeyleri yapıyorum (çöpü atmak, duş almak ve biri gelir korkusuna salonu biraz toplamak). bulaşıklar (ki genelde kahve içtiğim bir bardak ya da birgün önce yediğim tost ya da artık ne var idiyse onun tabağından ibaret oluyor genelde) belki haftada bir artık mecbur kalınca yıkanıyor. çamaşır yıkıyorum :) ama onları da ütülemiyorum... hele nevresim değiştirmek bir kabus. toz almak desen hangi insan sever, gayet nadiren misafir gelecekse (zaten çok da eşyam yok). haftada bir de elektrik süpürgesi yapmaya çalışıyorum.
bunu yaptığım için kendimden utanıyorum ama ayda bir anneme alıyorum bir ido bileti, hooop bende :) anneciğim evimi bir güzel toparlıyıveriyor, 1-2 parça ütümü yapıyor, silip süpürüyor, hem ona gezme oluyor (bana gelmeyi çok seviyor) görüşmüş oluyoruz, hem de vallahi bana acayip yardım oluyor. "alsana bir kadın" diyenler olur, evet olabilir aslında ama yalnız yaşadağımdan evimde hiç fazla iş olmuyor, o kadarcık iş için değmez diye düşünüyorum. ilk taşındığımda bir kere karşı apartmandan bir temizlikçi çağırmıştım ve kadın oldukça terliyordu (hayatta tahammülüm olmayan şeylerin başını çeken birşey var ise o da ter kokusudur). bu yüzden ne yazık ki ablayı bir daha çağıramadım.
sanırım tahammülümü ve çalışkanlığımı iş yerinde o kadar tüketiyorum ki eve bir zerre kalmıyor. oysa ki öğrencilik yıllarımda hiç erinmezdim bu işlerden (şimdi bir daha okuyunca depresif bir roman kahramanının bir gününü tasvir etmiştim korktum resmen kendimden).
asıl başka birşeyden bahsedecektim oysa ki... amazon.de'nin sitesinden aldığım uzaktan kumandalı prizimi yeni eve getirdim ve kullanmaya başladım! kendisi aracılığı ile yerinizden hiç kalkmadan evdeki bilimum prizleri açıp kapayabiliyorsunuz. fiş ile prizin arasına takılıyor. şahsen ben kış sebebi ile salona taşındım (buradaki sert kanepemde aşırı rahat ediyorum, hem de salon güneye baktığından hiç güneş almayan yatak odamdan daha sıcak oluyor) ve L kanepeme kurulup kitabımı okurken gözlerim yavaş yavaş kapanıyor ve "klik!" basıveriyorum düğmesine ve okuma ışığım kapanıyor! böylelikle yerimden hiç kalkmadan uykuma dalabiliyorum... tavsiye ederim.
ptt'lerde pul dilenmekten, ptt çalışanının "makineden geçirsem olmuyor mu? artık pul kullanılmıyor ki!" serzenişlerini duymaktan ve aradığım pulların postanede çoğunlukla bulunmamasından bıktığımdan beri pullarımı ptt'nin filateli internet sitesinden sipariş veriyorum ve adresime kadar geliyor. üstelik kargo ücreti yok ve kayıtlı gönderi olduğu için isterseniz telefon açıp takip numarasını öğrenip gönderinizi takip edebiliyorsunuz.
son aldığım pullar - kartpostallaşma etkinliğinde kullandım
ben pulların nostaljik havasını çok seviyorum ve filatelinin yaşamasını gönülden istiyorum. hele ki ptt çalışanlarının pula karşı bu kadar ilgisiz olmasını ve mektupları o benim gözümde bir teknolojik canavar olan makineden geçirmelerine dayanamıyorum! pulculuk ve filateli bir ülkenin kültürüdür ve bir gelişmişlik göstergesidir.
bununla birlikte ptt'nin pul tasarımlarının diğer ülkelerin biraz gerisinde kaldığı düşüncesindeyim. kalıplaşmış bir tasarım var sanki ve kendini tekrarlıyor. pul kalitesinin de çok yüksek olduğu söylenemez. hala yalamak zorunda olmamız da cabası. avrupa ülkeleri bildiğim kadarı ile yavaş yavaş yapıştırma şeklinde olanlara geçiyor. ptt'nin pul tasarımcılarına daha yaratıcı olmalarını salık verip, merak edenleri deutsche post'un pulları'nı görmeye davet ediyorum. özellikle 55 cent'likler şahane. bir örnek aşağıda:
çocuk temalı alman posta pulu
ayrıca bir de yüksek gönderim ücretlerinden dert yanmak istiyorum son olarak.
son "güncellemeler"
ile yurtdışı gönderilerdeki zam oranı %50'yi geçmiş durumda. ptt ne
yapmaya çalışıyor anlamış değilim. geçen senelerde 40krş'luk bir zam
varken, bu sene 70krş. gelişmiş ülkelerin hiç birinde bu denli yüksek
bir zam kabul edilmez. örneğin avrupa'nın dinamosu almanya'yı ele
alalım. adamlarda yurtdışı kartpostal gönderim ücreti 0,75€; yani
bugünkü kur ile 1,77tl eder (2012'den 2013'e yurtiçi gönderilerde zam oranı sadece 3 cent olarak gerçekleşmiş mesela!). adamların parasının bizimkinden yaklaşık iki bucuk kat
daha kıymetli olduğunu düşünürsek bu hesapta bir gariplik var gibi sanki. yurtiçi
ücreti de 10krş artırmışlar ki millet çakmasın diye herhalde. kaldı ki
zaten insanlar gün geçtikçe daha da az mektup ile haberleşir oldu; bir
de bu geçirmelerle nereye kadar. snailmail nostaljisine dinamit koydular resmen.
"amaan her allahın günü mektup mu yoluyorsun sanki" diyenlere el-cevap: evet, yolluyordum 2tl olana kadar... (bkz: postcrossing)."banane ya, mektup mu gönderiyorum sanki...?" diyenlere not: işte bizi böyle ince ince hissetirmeden seviyor devletimiz.
yeniyıla sayılı günler kala blogum da yeniyıl furyasından nasibini aldı. noel babalar bir müddet arka fonumda nöbet bekleyecekler :)
güzel bir pazar gününde evde yavaş ilerleyen Virginia Woolf'umu okumaya devam ediyorum.
birazdan da kartpostalları istanbul'daki evime ulaşan ama henüz benim göremediğim üç blogger arkadaşıma iade-i kartpostal yazacağım. onlar kim mi işte liste:
sabah karşımdaki inşaatten gelen "tak, tak" seslerine uyandım (!), yine de sakin kalmaya çalışarak sabah kahvemi yaptım, bloglara bir göz gezdirdim, sonra da bir kahvaltı yapayım dedim ama buzdolabıma fare düşse kafasını kırar bir görüntü ile karşılaştım. Allah'tan annemim yapıp yanıma verdiği tuzlu kek vardı da karper peynir eşliğinde ondan biraz götürüp, 15gün önce aldığım ve küçük gelen iki kazağı değiştirmek için ihsaniye pazarına yollandım. kazaklara kaç lira vermiştim pek hatırlayamadım o yüzden satıcıya inanmak durumunda kaldım ama sanırım kazak başı 5 lira kazıklandım gibi bir his var içimde. pazar günü için aldığım bir parça somon balığının yanısıra aşağıdaki süper simit tabağında gördüklerinizi aldım. gözüme süper gözüktü blogda da paylaşayım dedim. aniden gelen bir misafir hazırlanabilecek pratik bir tabak oldu. şu an hepsi midemdeler :)
kartpostallaşma etkinliğinden 4 adet kart gelmiş, adres olarak istanbul'daki evi verdiğimden kartları ancak cumartesi görebileceğim.
keyifli cumartesiler!
birazsoylebirazboyle.blogspot.com/'nin düzenlediği kartpostal etkinliğine ben de katıldım. ezelden beri mektup/kart göndermeye ve almaya bayılırım zaten. hatta bir postcrosser'ım :)
takip ettiğim blogların sahibi arkadaşlarımın kartları ufaktan yola çıkmış bulunmaktalar. bana kart atan ama benden kart almayan bloggerlar olursa, onlara da cevap yazacağımı belirtmek isterim.
bu dünya tatlısı baykuşları keçeden yaptım... bir avuç içinden biraz ufaklar. internette bir sitede gördüğüm modellerden esinlendim (siteyi şimdi bulamadım, istanbul'daki bilgisayardan girmiştim) semih yener'den aldığım renkli keçelerden kestim ve uhu ile yapıştırdım. sonra da iğne iplikle broş iğnesine tutturdum. bunlar benim keçe ile ilk çalışmalarım ve belki bu yüzden çok da güzel olmadılar ama aşırı şirin oldular bence :) bir gözlerini kırpıyorlar aslında ama onu henüz yapamadan vakit darlığından hediye edildiler bile! üniversiteden çok sevdiğim 3 kız arkadaşım ile haftasonunda buluşmuştuk ve onların yılbaşı hediyesi oldular :)
ayağım kırıldığında Bursa Acıbaden hastanesinin doktorlarından Cem Bey -ki kendisi oldukça nev-i şahsına münhasır- kafa bir adamdır; kontrollere git-gel zamanlarında benim kafayı sıyırmak üzere olduğumu anlamış olacak, bana bu pek yararlı bulduğum kitabı tavsiye etmişti. aslında pek de tavsiye denemez, o okumuş ve sadece bahsetti. pek tabii ben de aldım :)
Carnegie'nin önceki kitaplarını okumadım, ancak önsözde yazdığına göre bu kitap "Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı" ile birçoklarının tanıdığı "Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak" isimli kitaplardan bir derleme imiş.
kitap 2 ana bölüm ile
1- huzur ve mutluluğa ulaşmanın yedi yolu
2- insanlarla ilişkilerde temel yöntemler
21 alt bölümden oluşuyor. her bölüm bir ana öneriyi konu ediniyor. pek tabi örnek hikayeler ile destekleniyor.
kitabın konusu nedir diye özetlemek gerekirse:
yazar ilk bölümde "kendin olma, iyi çalışma yöntemleri, sizi yoran şeyler ile başa çıkma ve sıkıntıları giderme gibi konulara yer verirken, ikinci bölümde ise özellikle iş (ama özelde de olur) hayatında kullanabileceğiniz insanları etkileme, ikna etme, insanlarla ilişkilerin sırrı gibi pratikte uygulayabileceğiniz ve belki başarılı ve sevilen insanların onlara para verseniz bile öğretmeyeceği iletişim taktiklerine değiniyor. hani bazen gazete ve dergilerde Sabancı, Koç vb. gibi başarılı ve zengin insanların çalışma yöntemleri, hayata bakışları, çalışanlarına olan tavırları gibi konular ile ilgili yazılara denk geliriz ya, hah işte kitap tam da bu konulara yer veriyor. kolayda bir kitabı beğenmem, ancak bu kitap bence gerçekten çok başarılı. (hangi kitap hakkında yazsan başarılı diyorsun diyecek olanlar olabilir, kısmen doğrudur çünkü okumak istediğim kitaplar hakkında kısa bir ön araştırma yapıyorum, hatta gidip içini açıp inceliyorum, 2 satır okuyorum)
şahsen benim artık başucu kaynak kitaplarımdan biri oldu. zaman buldukça açıp açıp özellikle altını çizdiğim kısımları tekrardan okuyacağım ve yazanları uygulamaya çalışacağım.
liste fiyatı 11tl, kitapyurdu'nda ise 7.70tl örneğin.
esse'de elektronik harici tüm ürünlerde etiket üzerinden %50 indirim varmış. ben de 14,95liraya bu şirin mi şirin kahvaltı setini aldım. üzerinde bir sürü waffle resmi var. sabahları corn flakes/müsli akşamlarıyse çorba ve salata için kullanmayı düşünüyorum. ---------------------------------------------------------------------hafif hafif ptesi sendromuna teslim olan bir insancık bildirdi.
dün akşamüstü annemle pazara çıktık, o kendine yarım kilo hamsi (2,5TL!) ben ise 300gr civarı bir somon aldım (7TL). annem midesi rahatsız olmasın diye buğulama yaptı: hamsilerin kılçıklarını ayıkladıktan sonra tavaya dizdi, üzerine beyaz soğanları halka halka doğradı, 2-3 tekerlek kabuğu soyulmuş limon, kekik ve çok az su ve zeytinyağı ile kısık ateşte pişirdi.
bense zeytinyağ+limon+knorr'un tr de bulamadığım süper baharat karışımları ile 1,5 saat marine ettiğim somonumu yağsız tavada hafifçe kızarttım. sonuçlar muhteşemdi. ama sanırım somonun en lezzetlisi hiç yağsız ızgarada yapılanı. (ah Prag'da nehir boyunda dostlarla geçirdiğimiz o akşam... :)
şimdi de teyzemin yaptığı aşureyi mideye indireceğim! ---iyi pazarlar
yazarı Nil Gün Hanım'ın yaptıklarını okuyunca (Zihin Bilimi, Hipnoterapi, Reiki, Rebirthing, NLP ve kinesiyoloji
eğitimleri aldı, uzun yıllar
bireysel gelişim alanında hizmet verdi...) çok da düşünmeden sipariş verdiğim son kulemdeki kitaplardan biriydi.
kalın kapaklı cep boyutundaki bu kitabı telkin CD lerinden derleyerek yapmış. ilişkileri zenginleştirmeye dair önerilerle başlayan kitap sonlara doğru olumlamalar ve yüksek sesle evrene göndermemiz gereken mesajlara örnekler içeriyor. bana yeni şeyler söylemedi ama arasıra göz gezdirebilecek, kompakt ümit veren bir kitap...
dikkate değer tespitlerden biri olarak ilişki bitiren 4lü ile tanışın (s.86):
1- yargılayıcı eleştiri
2- savunmaya geçerek haklı/haksız mücadelesine girmek
3- partnerin kendini geliştirme çabalarına köstek olmak
24 saatte bitti! gerçekten çok keyifli bir kitaptı. normalde kitap alırken önce biraz araştırma yaparım ama sanırım şu sıralar mutluluğum benden biraz saklandığı için kitabın adını görür görmez almaya karar vermiştim. Gounelle'in okuduğum ilk kitabı. diğer kitabı "Tanrı Daime Tebdil-i Kıyafet Gezer" okuma listemdeki yerini aldı bile.
Hikaye; Bali'de tatil yapmakta olan bir batılının evine dönmeden önce, namını duyduğu bilge bir şifacıyı ziyareti ve bu ziyaretler sırasındaki konuşmaları üzerine kurulu.
çok fazla spoiler vermek istemiyorum o yüzden biraz yüzeysel geçeceğim. kitap aslında bir roman ama Dingin Savaşçı (yazarı: Dan Millman) gibi aslında bir kişisel gelişim kitabı denebilir bence. "Ye Dua Et Sev"i de hatırlattı bana biraz. Julia Roberts da böyle bir bilgeye gidiyordu.
kahramanımız aslında bir öğretmen ama hayatından pek memnun değil çünkü aslında daha farklı bir mesleği ve hayatı hayal ediyor. öte yandan içinde bulunduğu yaşama saplanıp kalmış ve hayalindeki hayatı yaratmanın mümkün olduğuna pek inanmıyor. işte şifacı tam burada devreye girerek önce insanların hayatı nasıl algıladıklarını, inançları ve inançları ile hayatlarını nasıl da yönlendirebildiklerini anlatıyor ona (ki bu benim Evrenden Torpilim Var'de bahsedilen çekim yasasını kendime nasıl açıkladığımla birebir örtüşüyor-algılar yani tamamen) ve sonrasında ona sorular soruyor- cevaplar itiraf ettiriyor. inancını şekillendirmesinde yardım ediyor.
bu sorular, kitabı okuyan herkesin kendi kendine sorabileceği kendini tanımasında yardımcı olabilecek sorular. kitap ergenlere çok şey katabilir diye düşünüyorum, meslek seçimi, hayatın anlamı ve geleceği şekillendirme ile ilgili güzel satırlar var.
o kadar keyifli bir kitaptı ki, bana çok kısa geldi. keşke biraz daha uzun olsaydı :)
başarılı bir hayatın tanımı gelsin sayfa 157'den: "başarılı bir hayat; kişinin arzularına uygun sürdürdüğü, daima kendi değerleriyle uyum içinde hareket ettiği, yaptığı şeye elinden gelenin en iyisini kattığı, olduğu hali ile uyum içinde yaşadığı bir hayattır. ve mümkünse, kendimizi aşma fırsatını elde ettiğimiz, kendimizden başka bir şeye kendimizi adadığımız ve insanlığa çok mütevazı da olsa, küçücük bir şey de olsa bir şey kattığımız bir hayattır. rüzgara bırakılmış küçücük bir kuş tüyü. başkalarına bir gülümseyiş."
birkaç yayınsal ikircik:
kitap 195 sayfa, 20 bölümden oluşuyor ve her bölüm sağ sayfada başlıyor. birçok boş sol sayfa var yani (üşenmedim saydım 14). satır araları geniş ve sayfa altında gözü rahatsız eden bir boşluk var (son satır ile sayfa sayısı arasında) yani standard bir basımla belki de 170 sayfaya düşer.
kağıt kalitesi güzel, gözün sevdiği sarıdan. basım kaliteli, bazı sayfalarda mürekkep çok hafif silikleşebiliyor.
pegasus yayınları güzel bir iş çıkarmış denebilir.
eylül sonuna doğru -yol çalışmasını önemsemeyip- makineyi de alıp cumalıkızık!a gitmiştim. (cumalıkızık bursa'nın kuruluşu 1300lere dayanan iyi korunmuş turistik köylerinden biri, 5 tane daha kızık köyü olduğunu biliyorum, bu arada kızık ne demekmiş merak edenlere: Uludağ etekleri ile vadiler arasında sıkışıp kalan köylere kızık denmekte imiş.)özel araç ile ulaşım en kolay yol ama toplu taşıma ile de gitmek kolay. Bursa içinden çok sık olmasa da otobüs var (22ve 22S). ya da tramvay ile arabayatağı durağına kadar gidip oradan minibüse binmek mümkün.
şimdi gelelim fotoğraflara (blogspot büyük boyutlu fotoları yüklemiyor, bozuyor, bir tumblr açtım artık mecbur kalıp...pek de beceremedim yüklemeyi, post başlığı falan koyamadım ama idare edecek şimdilik...her hakkı saklıdır!):
Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ı psikoyorum programından takip ederdim. hergün başka bir konuyu ele alır, kibar sunucu hanım ile birlikte konu hakkında konuşup, gerek genellikle ismini vermek istemeyen kişilerin telefon ile bağlanıp sordukları sorulara gerek ise mail atanlara cevaplar verirler, geceyarısı 30dk bu şekilde sürüp biterdi program. genelde günümüzün psikoolojik rahatsızlıklarına değindiklerinden ilgimi çekerdi ve dinlerdim rast gelince geceleri. Nevzat Bey'i de bu programlardan tanırım sadece yani.
Mesnevi Terapi raflarda belirince ve kitaba birçok çok satanlar listesinde rastlayınca alayım bari yahu dedim. aslında Mesnevi yani diğer deyişle Mevlana ile terapi kelimelerinin yanyana gelişinden aşırı derecede kıllanmıştım... oldukça iddialı bir kitap olacağını düşündüm (yazarının da prof dr olduğunu göz önünde bulundurunca) öte yandan bir bakıyorum kitap 230 sayfa... mesnevi'yi düşünüyorum, binlerce sayfa, terapi hakkında ağzını bir açsan 1000 sayfa da öyle dökülür... vardır hocanın bir bildiği dedik, aldık geldik kitabı lakin iş hiç benim de kafamda kurduğum gibi değilmiş a dostlar.
hoca kitap boyu birşeyler anlatıyor da duruyor... bir enteresan kitaplardan alınma çoğu kez dini içerikli ne mesaj verdiğini zerre anlayamadığım bir takım hikayelerden mi bahsedeyim size, yoksa her bölümde temcit pilavı gibi önümüze sunduğu "devir mesnevi devridir, mesnevi öğretisi şöyle yücedir, böyle harikadır" deyip de o öğreti neymiş, bir kısa olsun bize bahsetmeyişinden mi... her kısa hikayeden sonra "bu hikayede ne oldu şimdi, ne ders çıkacak ki?" sorumdan sonra kendi kendime mavi ekran vermelerimi hiç unutamayacağım...
siz siz olun benim gibi adındaki mesnevi kelimesine kanmayın.
ben beklediğimi bulamadım açıkçası.
kitapyurdu gerçekten dediğini yapıyor. 5 iş günü dedi ve bugün mesai saatinin bitmesine dakikalar kala MNG kargo kitaplarımı yetiştirdi... az önce üşenmedim, az ışıklı salonumda tripodu kurdum, makineyi bağladım ve aşağıdaki kuleyi fotoğrafladım! bugün iş çok yorucuydu ama kitaplarımın gelmesi ile biraz olsun neşem yerine geldi. az önce gördüm euphoric blog kitap kulelerinizi gönderin demiş... bu post ona olsun bari :)
kitap kulem!
(ama hemen sonrasında alt sokakta bir çocuğa araba çarptığını söylediler ve moralim yine aşırı bozuldu-böyle kötü bir haber paylaşmak istemezdim ama kimselere de söyleyemedim üzüntüm azalmıyor :( )
bir önceki yayınımda bahsettiğimmetis cep defterinin sayfalarına şöyle bir göz gezdirdim az önce de beni alıp çocukluğuma götürdü. babam ben ufakken beni kucağına alır ve sakin sakin la fontaine'nin aşağıdaki masalını anlatırdı. bazı yerlerinde durup benim katılmamı sağlardı. ben "ağzında bir parça peynir vardı" kısmını "varmıştı" diye söylermişim. hatta kasede bile kaydetmiş sesimi, zaman zaman evde dinleyip güleriz halen. sanırım defterde de o masala gönderme var. ancak burada peynir yerine kitabı var karga cenaplarının ...
"Bir dala konmuştu karga cenapları;
Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı,
Ona nağme yapmaya başladı:
“-Ooo! Karga cenapları,merhaba!
Ne kadar güzelsiniz,ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.”
Keyfinden aklı başından gitti bay karganın.
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzını,düşürdü nevalesini.
Tilki kapıp ona dedi ki: “Efendiciğim,
Size güzel bir ders vereceğim:
Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir,
Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir.”
Karga şaşkın,mahcup,biraz da geç ama,
Yemin etti gayrı faka basmayacağına "
dün akşamdan canım çok sıkkındı, güne de güzel başlayamadım bugün :( hal böyle olunca ben de kendimi dışarı çıkmaya zorladım. carrefourSA ya gittim. saat 11:30 civarı oradaydım. daha 1-2 dükkan gezmiştim ki, çoluğunu çocuğunu alan tüm ailelerin doluşması ile ortam bir anda zıvanadan çıkınca kendimi d&r'a zor attım. oradan da dosdoğru inkılap kitapevine.
aslında böyle aldıklarını vs. sergilemeyi seven biri değilim, amacım belki ilgi alanına giren birileri olursa diye satışa çıkmış birkaç şeyden haber vermek... zaten hiçbiri de öyle pahalı şeyler değil.
önce d&r'a girdim, orada yiğit özgür'ün takviminden vardı ama ben fıratçı olduğum için yiğit özgür'ün takvimini almadım :) ama şunlara dayanamadım:
sırt ve bel bölgemdeki ağrıdan kurtulmakta kullanmayı planladığım bir yoga cd'si aldım (Sırt ve boyun ağrısı içim yoga terapisi, Şebnem Akbulut, 12küsürTL);
Metis'in güzel bir defterini aldım (220sayfa, 10.5x15cm, metis cep defteri, içinde karga ve tilki ilüstrasyonu var, 5TL)
herşey seninle başlar (kitap, 7TL)
uykusuz kartpostal masa üstü takvimi (her haftaya bir kartpostal düşüyor!). yanında gerçekten iyi kalite 6 adet fırat bardak altlığı ve 2 adet poster hediyesi ile! (12,50TL idi galiba)
sonra çoluk çocuğu püskürterek inkilap kitap evine doğru kararlı bir şekilde ilerledim. içeri girdim ki bir de ne göreyim!
fırat takvimi! (geçen sene tüyap'tan almıştım, bu sene kısmet burayaymış, 7TL)
üzerinde eyfel kuleli pembe not defteri (pek sevgili arkadaşım Aslı'ya yılbaşı hediyesi olacak en soldaki kardanadamlı kart ile bilrikte, defter:7,5TL, kart:3,5 zarf ile)
sonra bir de iyi mi yaptım kötü mü bilmiyorum bir adet Scrikks dolmakalem aldım kendime :( pişman mıyım ? hayııır :) ya 45 ya 50TL civarı bişi verdim (üşeniyorum kalkıp fişe bakıp fiyat ile tekrardan yüzleşmeye)
işte can sıkıntısının bir insana bir pazar günü aldırdıkları.
şimdi writetomeoften'a sormam lazım, acaba bu kalem nasıl?
aralık ayına girilmesi ile birlikte artık yılbaşına geri sayımı başlatıyorum!
malum yurtdışında bizden çok daha şaşalı geçiyor noel... ama artık Türkiye'de de hatrı sayılır bir havaya giriliyor doğrusu! Almanya'da iken kasım ayının sonlarına doğru alışveriş merkezleri başta olmak üzere tüm dükkanları bir noel süslemesi telaşı sarar. bu alışveriş merkezlerinden en abartılı süslemeleri yapan KaDeWe dir desem herhalde abartmış olmam. bizdeki Akmerkez'e tekabül eden, genelde pahalı markaları bulunduran Almanya'nın birçok ilinde şubesi olan bir alışveriş merkezidir KaDeWe. şu sıralar içimde o kadar çok Almanya'ya kısa da olsa bir gidiverme isteği var ki...bir iş arkadaşım 51.haftada gidecek, keşke onun yerinde olsam... belki çok şiddetli istersem benim de bir sebepten gitmem mümkün olur. :)
iki konu paylaşacağım, bunlardan ilki aralığa girilmesi ile birlikte sürekli olarak kendimi dinlemekten alamadığım ella fitzgerald'ın noel albümü. öncelikle bizim için gelsin let it snow!:
ikincisi de 2009da KaDeWe'de o zamanlar Kodak makinemle çektiğim fotolardan bazıları :
İtiraf etmek gerekirse dükkan önüne sıralanmış kitaplara karşı genelde önyargılıyımdır. bir şekilde satılmayıp elde kalmış kitapları dizerler gibime gelir. bu kitabı da aynı bu duygular ile bursa'da bir kitapçının yüzlerce kitabı yığdığı bir tezgahta görerek aldım. baştan aşırı önyargılıydım, muhtemelen abuk subuk içi boş bir kitap denemesi diye düşündüm ama yazarının Dr. unvanını görünce fikrimden çark ettim. fiyatı da uygundu, ne kaybederim ki deyip çantaya attım (Hacettepe Üni.'nde sosyoloji doktorası yapmış).
kitabın konusunu yazar önsözde şöyle özetlemiş: "sorun çözme tekniklerini kendi kültürümüzün ışığında anlatmaya gayret ettim". gerek özel gerek ise iş hayatımızda sorunlara nasıl yaklaşıp çözmemiz gerektiği konusunda önerilerde bulunan bir kişisel gelişim kitabı.
dokuz bölümden oluşuyor ve "sorun nedir?" diye başlayıp, sorun çözme süreçleri ve teknikleri şeklinde devam ediyor. hatta sorun çözme teknikleri başlığı altında bizim de fabrikada neredeyse hergün kullandığımız analitik çözüm yöntemlerine de değinmiş (Plan-Do-Check-Act, balık kılçığı, beyin fırtınası ve benim daha önce duymadığım 2 metot daha). Ancak biraz yüzeysel geçilmiş sanki bu metotlar, özellikle balık kılçığı biraz daha detaylı verilebilirmiş. hiç bilmeyen biri için birşey ifade etmeyebilir başta...bir de batı dünyasına da biraz sıkça çamur atmış :)
her konu benim gerçekten hoş bulduğum hikayecikler ile desteklenmiş. aşağıda beğendiğim bir tanesine yer verdim. bununla birlikte sanırım yazarın inancı doğrultusunda burna biraz islami inanç kokusu gelmiyor değil. ancak bu sizi yanıltmasın, çünkü hiçbir bölümde beni rahatsız edecek seviyeye gelmedi.
genel olarak değerlendirmek gerekirse, güzel bir çalışma olmuş ve sırf barındırdığı küçük hikayecikler için bile okunmaya değer buluyorum.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
"başarılı ve varlıklı birisi bir sahil kasabasında tatil yapıyor. bir ara sahilde gezinirken minik bir teknenin limana yanaştığını görüyor. oraya doğru yöneliyor. yüzünden de çok mutlu olduğu belli olan kayıkçıyla aralarında şu konuşma geçiyor:
- merhaba balıkçı efendi, ne kadar da güzel ton balıkları avlamışsın.
- merhaba, evet şükürler olsun balıklar çok güzel.
- ne kadar zamandır avlanıyorsun?
- iki saat kadar...
- niçin daha fazla avlanmıyorsun?
- bu bugünlük rızık için yeter...
- peki iki saat avlandıktan sonra ne yaparsın?
- bahçeyle uğraşırım. güller yetiştiririm. yürüyüşe çıkarım. arkadaşlarla hoş vakitler geçiririm. yani huzurlu bir hayatım var.
- bak ben yatırım uzmanıyım. sana yol gösterirsem varlıklı bir kimse olursun.
- nasıl yani?
- yani öncelikle balık avlamaya daha çok vakit ayır. bir müddet sonra daha büyük bir kayık al.
- peki ya sonra?
- sonra balıkları aracıya değil de doğrudan konservecilere götürürsün. bir müddet sonra bir fabrika alırsın.
- peki ya sonra?
- sonra bu fabrika işler sen rahat edersin.
- bu anlattıkların ne kadar zaman alır?
- yaklaşık 18 sene.
- peki ya sonra?
- sonrası malum. bir sahil kasabasına yerleşirsin. huzurlu bir hayat sürersin.
- iyi de ben bu hayatı gençken yaşıyorum zaten!"
bilenler bilir, haftaiçi her akşam (ve duruma göre bazen haftasonunda da) bloombergHT kanalında kelime oyunu diye bir yarışma var. ailecek bayılıyoruz! televizyon izlemeyen sıradan biri kişisine bile televizyon açtırır o derece. hatta işi abartıp katılmışlığım bile var nisan ayında :) sunucu İhsan Bey gerçekten de ekran başında ne ise kamera arkasında da aynı... o kibarlık, mütevazilik... hastasıyımdır kendisinin. adamı görünce moralim düzeliyor. bir insan yarışmacılara bu kadar mı moral ve kopya verir arkadaş! eğer özel hayatında da böyle ise eşi yaşamış vallahi... benim gibi karamsarlığa meyilli bir bünyeye böyle pozitif bir şahıs kesinlikle gerekli :)
katıldığım gün gün birincisi oldum (öhöm) ancak hafta birinciliğine oynarken bir sonraki turda ay birincisi olacak psikopat bir amcaya (adam 1300 tane yedek parçayı numaraları ile birlikte ezbere falan biliyormuş) yenildim... (ne kazandın diye soranlara: 3 kitap) abi ise 7000TL küsür birşey aldı. ama hak da etti bence...
BloombergHT Turksat uydusunda çıkıyor, bence akşamları değerlendirmek için çok güzel bir alternatif hele ki kelimelere ilginiz var ise...
şiddetle tavsiye ederim.
günün en keyif aldığım anları tam da bu saatler... eve gelmeyi iple çekiyorum. gelir gelmez kaloriferimi yakıyorum ve laptop'umu masasına kurup L koltuğumu kuruluyorum...
takipçisi olduğum bloglara öncelikle google reader'dan bir göz atıyorum. yeni yayın sayısı fazla ise sevincim bir o kadar artıyor! yayınları blogun kendi sayfasından okumayı sevdiğim için eğer yayın ilgimi çekiyorsa hemen yeni sekmede açıp okumaya başlıyorum... kitap, film ve mekan önerileri en çok ilgimi çeken yayınlar oluyor. ve de değişik ve orijinal olan her ne varsa.
bu anlarda sıcak bir içeceğin bana eşlik etmesini seviyorum... kimi zaman sahlep, nescafe; kimi zaman ise bir bitki çayı. şu anda yabanmersinli lipton var bardağımda örneğin.
hayat bir şekilde herşeye rağmen güzel... buddha bar ile ayrı bir güzel :)
ben bir kalem delisiyim. uçlu kalemlere özel bir zaafım var. evde halen ilkokul 4-5ten kalma; şimdinin çin malı gibi ucuz olmayan; o zamanların kaliteli tombow marka uçlu kalemlerinden var bir tane mesela. ama ucunun ucu çıkıp kaybolduğu için çalışmıyor...
o yıllarda rotring ve tombow manyaklığı vardı. gel gelelim özellikle tombow'lar şimdiki gibi dandikten değildi. çok iyi hatırlıyorum; ilkokul 5 te 500.000lira simli siyah olanlarından bir tane almıştım kendime. iyi paraydı o zaman. öyle ikide birde kaybedip yeniden alamazsın yani. tombow'su rotring'i olan çocukların ayrı bir karizması olurdu.
siyah olan yıllar sonra bir gün takside unutulan bir çanta içinde gitti... şu anda elimde 0.7uç bahsettiğim yarı bozuk sarı renk sağlam tombow'dan var sadece...
ilkokulu anadolu lisesi takip etti... ah o şahane günler! benim en güzel günlerim şüphesiz ortaokul ve liseyi okuduğum o muhteşem anadolu lisesinde geçmiştir... o günlerde de okulun karşısında -halen varlığını sürdüren- aşırı derece sabırlı ve öğrenci canlısı abilerimizi çalıştığı (belki de sahipleridirler) baturay kırtasiye'miz... sabahları servisten inip hızlıca bir göz attığımız, benim gibi kalem fetişi insanlar için bir cennet niteliği taşıyan o kutsal mekan :) işte o günlerde yavaş yavaş eski ince rotring tikky'ler girmeye başladı hayatımıza... şimdi karaborsada bu kalemler. satan bir yerler bulsam her renginden hemen birer tane alırım, hatta ikişer :) cinayet işlerim uğruna bunların ben!
fotograf: gittigidiyor.com
aslında şimdilerde uçlu kalemleri pek nadir kullansam da (kitap okurken alt çizme-not alma) bu kalemlere sahip olmak beni çok mutlu ediyor. koleksiyonerlik böyle bir şey olsa gerek. belki de eskiye ait şeyleri akılda tutarak bir nevi o zamanlara ait bir anıyı dondurduğumuza inanıyoruzdur. o zamanların gerçekliğini pekiştirip delirmediğimize falan olan kanıtlarımızdır bunlar.
örneğin bu güzel ince rotringlerin sarısından var bende bir tane ve aslında çocukluk aşkımın kalemi. ben simli tombow'mu ona vermiştim, o da sarı rotringini bana. üniversiteye hazırlanırken o sarı kalemi ile test çözdüğü zamanları halen hatırlıyorum... sene 2000 falandı herhalde :)
kahverengisini de geçenlerde ebay.de üzerinden bulup arkadaşlar vasıtası ile Almanya'dan getirttim. bu hareketlere devam etmekte bir beis görmüyorum :)
bir ara evdeki kalemlerimin fotolarını da çekip blogda paylaşırım belki ama aşırı mahremime girebilir diye düşünüyorum. ne de olsa onlar benim koleksiyonum :)
iç çamaşırı çekmecemin fotoğrafını düşünmeksizin paylaşırım; -ama kalemlerim!- bir düşünmem lazım :)
dolmakalemler ile ise önceleri mesafeli bir ilişkimiz oldu. babamın birkaç dolma kalemi olduğunu hatırlıyorum (hatta arasam evden kesin çıkar bir yerlerden). sonrasında o kalemleri doldurmaya çalıştığımı falan gibi kareler var aklımda hayal meyal ama aslında benim bu muhteşem kalem grubu ile tanışmam kendime eşek kadar olduktan sonra Almanya'da okurken aldığım LAMY'im ile oldu (yaş bu arada 2007 falandır).kısıtlı öğrenci bütçem ile o zaman indirimde olan gövdesi mavi; metali kırmızı renginden edinebilmiştim. şu an renginden pek de memnun değilim ama ilk göz ağrım olduğu için kullanmaya devam ediyorum. ikinci LAMY'me kavuşmam sene başı idi sanırım, kendime bir kıyak geçip parlak siyah bir LAMY edindim yine ebay.de üzerinden... bunun da arkası gelecek gibi duruyor. 2 adet de ucu kırmızı dönüştürücülerden sipariş vermiştim. onlarla kullanıyorum. siyah olanı daha kıyıp da kullanmaya başlayamadım. maviyi de uzun zamandır kullanmıyordum mürekkep yokluğundan ama banasikcayaz'in sitesine baka baka dayanamadım ve dün gidip nihayet pelikan marka königsblau mürekkep aldım, dönüştürücüyü doldurdum ve dolmakalemin keyfini çıkarmaya başladım! bugün iş yerinde resmen yazı yazmak için bahaneler yaratıp durdum kendime...
dün gece de şöyle birşeyler karalamışım kalemin kağıt üzerinde kaymadığına takıp :
bu günü evde tembellik yapmaya ayırdım... inşallah internetten başımı kaldırabilirsem kitap okuyacağım ve bir de film izlemek istiyorum... sabahtan beri bloglar arasında geziniyorum, bir sürü güzel blog buldum ve bir de çok yararlı olduğunu düşündüğüm bir site keşfettim. muhtemelen birçok kiişi biliyordur ama benim ancak bugün haberim oldu. goodreads'in Türkçe versiyonu gibi bir site. hatta goodreads ile ilk tanıştığımda "yahu bu sitenin Türk versiyonu olsa ne harika olurdu" demiştim. meğer varmış da benim haberim yokmuş.
uzun lafın kısası, tahmin edebileceği üzere kitap bir nevi kitap facebook'u gibi birşey. okuduğunuz kitapları girebiliyorsunuz, kütüphanenizi oluşturuyorsunuz, kim neyi okumuş, hakkında ne demiş gibi bir sürü özellik var. halihazırda okuduğunuz kitap nedir, sevdiğiniz türden başka hangi kitaplar var gibi özellikler de var. bu yönü ile kitap seçmekte de yardımcı oluyor.
illa üye olmak zorunluluğu yok, facebook hesabı ile de giriş yapmak mümkün. liste tutmakta zorlanan benim gibiler için güzel bir sanal kütüphane ve paylaşım platformu.
iyi pazarlar.
blogger'cılar çok aktif, ben biraz utanıyorum aslında blog camiasından kimse ile yüzyüze tanışmamış olduğumdan dolayı. bir mimlemeler, bir çekilişler, kart göndermeler bir şeyler :)
belki bu vesile ile bir blogger ile tanışma fırsatı bulurum diyerekten, kitap kurdu böjük'ün kasım ayı için yaptığı kitap çekilişini paylaşmak istiyorum:
"yaşamın anlam ve amacı"'na çok iddialı bir ismi olduğundan biraz temkinli yaklaşmıştım. arka kapak yazısında da şöyle diyerek iştahımı kabartmıştı kitap aslına ama keşke biraz daha araştırıp öyle alsaymışım.
Yaşamın Anlam ve Amacı, Alfred Adler'in İnsanı Tanıma Sanatı ve Yaşama Sanatı'ndan sonra "Bireysel Psikoloji Kuramı" üzerine üçüncü önemli yapıtı.
Yalnızca psikolojiyi uğraş edinenlerin değil, herkesin kolaylıkla okuyup anlayabileceği bir dille kaleme alınan yapıt, bireysel ve toplumsal sorunları irdeleyerek günlük yaşamda karşılaşılan sorunlara çözüm önerileri sunuyor.
Çocuklukta yaşanan olayların yetişkinlikteki rolü, kompleksler, korkular, aile ve okulun çocuk üzerindeki etkisi, çocuğa ilk cinsel bilginin veriliş biçimi ve yetişkinliğe etkisi, kadın-erkek ilişkileri, evlilik gibi pek çok konuyu ele alan Yaşamın Anlam ve Amacı, kendisiyle ve sevdikleriyle daha iyi ilişkiler kurmak isteyenler için önemli bir yol gösterici.
aslında psikoloji ve psikiyatriye ilgim vardır, bir Irvin Yalom hayranıyımdır örneğin... ancak bu kitapta yolunda olmayan bir şeyler vardı benim için. bir kere yoğun kuramsal bir eser. bölümler halinde çocukluk merkezde olmak üzere sürekli olarak bir şeyleri irdeliyor, yorumlarda bulunuyor, iddia ediyor, salık veriyor... kitapları yarıda bırakma taraftarı değilimdir asla, en azından emeğe saygı açısından okumaya çalışırım sonuna kadar ama bu kitap sınırlarımı zorladı. ilgimi çeken birkaç bölümü okudum ve rafa kaldırıyorum.
Alfred Adler ekşisözlük'ün yalancısı olduğum kadarı avusturyalı hekim ve psikologmuş.... freud'un
önce öğrencisi, sonra da meslektaşı olmuş.... 1929'dan sonra new
york'a yerleşmiş ve akademik çalışmalarını bu şehirde sürdürmüştür...
1870de doğmuş ve 1937'de sizlere ömür olmuş... kitapta bahsettiği bazı olgulara getirdiği yorumlar biraz demode gibi geldi bana. bununla birlikte adam baba doktorlardan biri sayılıyor. bireysel psikoloji ekolünü kuran ve eksiklik duygusu terimini ortaya ilk atan kişiymiş. eminim ki önemli bir şahsiyettir ancak sebebini anlayamadığım bir şekilde kitaptaki anlatım bana çok dağınık geldi ve bazı kısımlarda ana olarak neyi savunduğunu ve varmak istediği yerin neresi olduğunu anlamakta güçlük çektim. belki de çeviri iyi değildi veya kendisi iyi bir anlatıcı değil...
kitaba ölümüne çamur atmayayım, iyi bir şeyler de tabii ki buldum kendime.
1937de hayata gözlerini yumduğunu göz önüne alırsak, çağının düşünce yapısının ötesinde şeylerden de bahsetmiş kitabında. evlilik ile ilgili kısımda örneğin şöyle şeyler yazmış:
syf: 267
(...) iki kişilik bir toplulukta iki taraftan hiçbiri ötekine hizmet eder konumda bulunamaz. birinin hükmetmek ve ötekini itaate zorlamak istemesi durumunda, iki insanın verimli bir birlikteliği kurabileceği düşünülemez. günümüz koşullarında pek çok erkek hatta kadın ailede hükmedip emredecek, önder rolü oynayacak, sözünü geçirecek kişinin erkek olması gerektiği inancındadır. pek çok mutsuz evlilikle karşılaşmamızın nedeni de işte budur. hiç kimse öfke ve nefret duygusuna kapılmadan bir başkasının kendisi üzerindeki tahakkümüne katlanamaz. hayat arkadaşlığı yapacak kişilerin eşit haklara sahip olmaları gerekir ancak o zaman önlerine çıkacak güçlükleri yenebilecek güce kavuşurlar. (...)
başımdaki ağrıyı saymazsak sakin bir cuma akşamı. battaniyemin altında sahlebimi yudumluyorum ve itiraf etmek gerekirse daha şimdiden uykum geldi :) takip ettiğim bloglarda herkes kitap fuarından ve aldığı kitaplarıdan bahsetmiş; nasıl imrendim anlatamam :( aslında geçen haftasonu istanbul'daydım, üstelik de tüyap'a gitmek yapılacaklar listesinde baş sıradaydı... ama sonra içimdeki bir ses "sadece 2 güncük istanbul'dasın, şimdi bunu da tüyap'a gitmek için yollarda mı harcayacaksın?" dedi ve ben o sesi dinledim... aslında bakırköy'den kalkan servise binip gidiverirdim ama geri dönüşte sıra olabiliyor ve beylikdüzü çok rüzgarlı, zaten sırtım tutuk, daha da beter olurum diye bir cumartesi günümü evde heba ettim... herkes fuarın çok uzak oluşundan yakınmış, haklılar da bence... hele ki türkiye gibi yılda 6 kişi başına 1 kitap düşen bir ülkede bence ne yapıp edip böyle bir fuarı insanların yakınında tutmakta fayda var. mart'ta bursa'daki fuara artık kısmet... e hal böyle olunca ben de "kitap hasretimi internette bastırayım bari" diye birkaç popüler internetten kitap satışı yapan siteden almayı düşündüğüm kitapların fiyatını kontrol ettim. diğer blogger arkadaşların bir çoğunun da belirttiği gibi genel kanı d&r'ın sitesindeki fiyatların en uygunu olduğu yönünde. 50TL üzerine ücretsiz kargo seçeneği ve world'e özel peşin fiyatına 12; Bonus, Axess, Maximum, Advantage, CardFinansa ise peşin fiyatına 6 taksitfırsatı sunuyorlar. 23 kasım itibari ile %70lere varan indirimlerden bahseden ve sanal kitap fuarı ilan eden ideefix'te ise fiyat açısından bir farklılık olmadığı gibi 150TL üzerine ücretsiz kargo var! siteleri de bir garip, bir sipariş listesi yapsan bile (toplam fiyatı görmek için mesela) üye olmadan göremiyorsun... neredeyse tüm kartlara peşin fiyatına 2 ila 8 taksit seçeneği varmış ama bu bilgiyi site içerisinde biraz kurcalayıp gezerek bulabiliyorsun (siteyi sevmedim özetle) doğrusunu söylemek gerekirse sitelerdeki fiyatlar arasında 3-5TL fiyat farkı oluyor gibi gözüküyor. kimisinde kitaplar ucuz, kargo var; kiminde kitaplar biraz daha fazla ama kargo ücretsiz... ya da kredi kartına taksit seçenekleri gibi cazip teklifler var. almayı düşündüğüm aşağıdaki 8 kitap için d&r 112TL civarı bir fiyat çıkarırken; kitapyurdu kargo dahil 106TL dedi... benim için kitapyurdu kazanan site oldu gibi :) kitap alma yasağım var; yok yok almayacağım kesinlikle ;) öylesine biri de kendi blogunda kapsamlı bir incelemeyapmış.
Bursa'da özellikle Nilüfer ilçesinde birçok kültürel faaliyet oluyor. 5-6 tane kültürevi var ve bunlardan bir tanesi benim evime çok yakın. burada zaman zaman çok güzel etkinlikler oluyor. geçenlerde ferzan özpetek filmleri haftası varmış, kaçırmışım... şahane misafiri izlemeyi isterdim.
bu hafta ise woody allen filmleri haftası var. yedi gün boyunca 4 filmi farklı seanslarda gösteriyorlar. yetişkin 5TL, öğrenci 3TL. salon sinema salonlarını aratmayacak derecede konforlu.
iş çıkışı kendime bir kıyak çekip 18:00 seansına gittim ve "Midnight at Paris" filmini izledim.
Allah'ım o ne kadar şahane bir filmdi öyle! resmen bayıldım.
esaskızın ağzını kırasım geldi mütemadiyen. o nasıl bir şeydir öyle yahu.
Bazen kendi kendime düşünürüm, henüz keşfedilmemiş süper şeyler var mıdır acaba diye. müzik örneğin... olmamış olduğunu düşünsenize... ya da sinema.
kişiler için de düşünürüm aynı şeyi bazen, örneğin woody allen olmasaydı, onun çektiği filmler de olmazdı ve sinema tarihinde büyük bir boşluk olurdu. üstelik bizim bundan haberimiz bile olmazdı!
içindeki sesi dinlemeyip manav olsaydı örneğin !?
tanıdığım insanların çoğu tek bir insanın dünya üzerinde pek bir fark yaratamayacağını düşünme eğilimindedirler ama ben bu düşünceye katılmıyorum. zira tek başına ülke kuran var, filmler çeken var, çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışanlar var... bence bir insan çok büyük bir fark yaratabilir ve hatta dünya üzerinde fark yaratabilecek bir canlı var ise; o sadece insandır.
son filmi "Roma'ya sevgilerle"yi de dört gözle bekledim ama Bursa Korupark'ta vizyona girmedi. Şansıma yarın akşamki gösterimde var!
işte bunlar kalorifere yapışmış üşüyen bir insanın kafasından geçenlerdi.
ben en çok yollarda kitap okurdum ve de geceleri yatmadan önce. işin eve yakın olmasının nasıl bir dezavantajı var derseniz "kitap okuyamamak" diye cevaplarım. almanya'da ucuz ve temiz olduğu için seçtiğim yurt okuluma tren ile 35dakika uzaklıktaydı ve bu her gün en az 1 saat kitap okumak demekti benim için. Türk kitapları satan internet sitelerinden koli koli kitap satın alıp okuyor ve onları bir de İstanbul'a taşıyordum!
şimdilerde ise yollarda kitap okumak ne yazık hayal oldu çünkü işime çok yakın oturuyorum. hal böyle olunca kitap okumak için ekstra bir çaba sarfedip yatağa erken gitmeyi başarsam da çok değil 10-15 sayfa sonra gelen uykuma yenik düşünüyorum. çalışma hayatı gerçekten de yorucuymuş! ben okurken mezun olmuş çalışan arkadaşlara bize ayak uydurmaları için ısrar eder, haftaiçleri birşeyler yapmak istemeyenleri içi geçmiş olmakla suçlardık. şimdi onları çok iyi anlıyorum çünkü insan haftaiçi o kadar yoruluyor ki, tek istediği kendini eve atıp dinlenmek oluyor. ülkem çok çalışkandır çünkü benim ve birçok avrupa ülkesindekinden daha fazla çalışır (haftalık çalışma saati almanya'da 35; isviçrede 41dir örneğin; ki bence verilmli kullanıldığında gayet de makul bir süredir bu. kanımca kafa çalıştırmayı gerektiren işleri Türkiye'de üst sınır olan 45saat -yani günde 9 saat- yapamazsın zaten.)
günüm aşağı yukarı şöyle akarken:
06:15 saatin çalması.
06:35 kalkmamak için binbir türlü hareket sonrası kalkmak
07:02 servise biniş
07:12 fabrikaya varış
07:30 mesainin başlaması
17:15 mesainin bitmesi
17:50 eve varış.
... eskisi kadar çok kitap okuyamadığımı fark ettim ve bir takım önlemler aldım:
saat 22yi gösterdiğinde evde isem mutlaka yatağa doğru seyirtiyorum.
kitabı elime aldığımda kendimi bir yoklayıp uykululuk durumuma göre sayfa sayısına bakıp, sayfa 50deysem örneğin bu gece 60a kadar geleceğim diyorum.
elimdeki kitaplar bitene kadar kendime yeni kitap almayı yasakladım.
aylardır elimde sürünen ve bu yaşıma kadar nasıl olup da okumadığım için kendimden utandığım "Savaşçı" sonunda bitti. hakkında yorum yapmak yersiz, kendini kanıtlamış harika bir kitap. ölmeden önce okunması gereken 73984 kitap tarzı listelerde mutlaka olması gereken bir yol gösterici. iş hayatına dair çok çıkarımlarda bulundum kendi adıma. Arif Öğretmen'i özleyeceğim.
giriş yazısından: "e.e.cummings der
ki; Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün
gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,kendin olarak
kalabilmek,dünyanın en zor savaşını vermek demektir.Bu savaş bir başladı
mı,artık hiç bitmez!..."
uzunca bir süredir tchibo'nun müdavimi oldum... hele bayram öncesinde istanbul zeytinburnu'ndaki olivium alışveriş merkezindeki outlet şubesindeki %50lik indirimden dükkanı kaldıralıberi bağımlılığım iyice arttı. orijinal şeylere olan ilgimden dolayı her çarşamba satışa sunulan yeni temalarını dört gözle bekliyorum, email duyurularına abone oldum ve hatta almanya sayfalarını bile takip ediyorum, çünkü orada satışa çıkan tema 2-3 hafta sonra türkiye'de başlıyor.
malum bugün çarşamba ve ben iş çıkışı dayanamayıp yine uğrayıverdim. bu hafta sağlıkılı yaşam gibimsi bir tema var. eve iç ortamın nemini ve ısısını ölçmeye yarayan bir thermohydrometre aldım (bu ismi de şimdi uydurdum). bir keresinde bir yerde ortamların nem miktarının hissedilen sıcaklık üzerinde büyük etkisinin olduğunu ve örneğin 25derece az nemli ortamın 20derece ama uygun nemde ortamdan çok daha az konforlu hissedildiğini okumuştum. yani diğer bir deyişle iç ortamlardaki sıcaklığı ve nemi optimum aralıkta tutarak enerjiden tasarruf etmek mümkün ve böylece doğalgaz faturası biraz daha az gelir.
kadran üzerinde optimum aralıklar işaretli ve duruma göre kalorifere suluk takmanız ya da odayı havalandırmanız gerekiyor.
kışın evde psikolojik olarak üşüdüğüm zamanlarda termometresine bakıp beynimi ortamın aslında sıcak olduğuna ikna etmekte kullanmayı planlıyorum :)
bugün iş yerinde bir arkadaşın tavsiyesi üzerine gelecek perşembe Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestraı'nın vereceği konsere bilet aldık.
15 KASIM 2012
“Film Müzikleri Konseri” YER: ATATÜRK KONGRE VE KÜLTÜR MERKEZİ MERİNOS SAAT: 20.00 ŞEF: Ender SAKPINAR
Program Film Müzikleri. Çok güzel olacağını umuyorum zira orkestra bu sene bir de ödül almış:
"2012 Donizetti Klasik Müzik Ödülü Bursa‘nın
Türkiye’nin klasik müzik dergisi
Andante’nin organizasyonu ile Beyoğlu Belediyesi’nin ev sahipliğinde,
KÜSAV Vakfı’nın destekleri ile düzenlen “2012 Donizetti Klasik Müzik
Ödülleri Töreni”, İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi'nde sahiplerini buldu.
Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası (BBDSO), ‘Yılın Orkestrası Ödülü’nü Bursa’ya getirdi."
Donizetti'nin hikayesi Osmanlı devleti ile ilgili olduğundan ayrıca ilginç ve şuradan okunabilir.
İşyerinde arkadaşlar ile bir de cahilliğimize güle güle filarmoni ve senfoni orkestra arasındaki fark ne ola ki diye birbirimize sorduk, bilemedik, eve geldim baktım, şöyle ki:
belirgin bir fark yokmuş, gayrı resmi olduğunu düşündüğüm yorumlara göre bir şehirde ilk kurulan orkestraya senfoni, ikincisine ise karışmasın diye filarmoni diyorlarmış. bir de senfonik müzik (örneğin senfonik metal var şaka gibi) var ama filarmonik müzik diye birşey yok diyenler var... tabi yine bir bilene danışmak lazım.
yılın bitmesine sadece 7 hafta kalmış! bu sene ne kadar da çabuk geçip gitmiş inanamadım.
2012'de benim için öngörülmesi zor olaylar gerçekleşti. artık öğrenciliğim bitmişti ve başıma neler geleceğini pek bilmiyordum. ülkeye dönmüştüm, üstelik de öyle enine boyuna düşünmeden türkiye'de mi yoksa yurtdışında mı yaşamak istediğimi. üç aylık pek de iyi olmayan bir ilk iş deneyiminin ardından şubat ayında iş değiştirdim. sanırım şu an Türkiye'de çalışabileceğim benim için en uygun olan firmadayım. ocak ayındaki doğumgünümde kendime bir fotoğraf makinesi hediye ettim ve fotoğraf kursunu tamamladım (sertifikam bile var :) ). mart ayında -yeni işime başladığımın 5. haftasında ve tuttuğum eve taşınmamın 2. gününde müteahhit azizliğine uğramak sureti ile- sol ayak bileğimi kırdım ve 34gün civarı alçıda kaldı. istanbul'a annemin yanına gittim, iyileşince geri döndüm ve eve yerleşme işlerini tamamladım. sonra bir süre sakin gitti, aralarda istanbul-bursa arası mekik dokudum. ayağım biraz iyileşince istediğim bisikleti sonunda aldım ve yazın çok çok bisiklete bindim. hatta 30 ağustos'ta antalya bisiklet festivali'ne gittik ve orada bir sürü yeni arkadaş edindim, 4 gün çadırda kaldık ve deliler gibi bisiklete bindik. iki kez trekkinge gittim, sonra 1. yalova bisiklet festivaline katıldık... orada da gürkan genç ile tanışma fırsatı yakaladım... sonra yine hep bursa-istanbul-bursa... ara ara fotoğraf makinemi alıp bir şeyler çekmeye çalıştım...sonra yaklaşık 2 ay önce kendime şirin mi şirin bir twingo aldım... su yeşili... şöforlük öğrenmeye çalışıyorum şimdilerde.. bursa'da trafiğe çıkmayın bir müddet :)
koca bir yıl akıp geçmiş, aklımda bunlar kalmış. hayatı hep dolu dolu yaşamaya çalışıyorum ve sanırım 2012 senesinde bunu %100 olmasa da en azından kendimden memnun olacak derecede başarmış hissediyorum. darısı 2013'ün başına...
bu yıl isteyip de istediğim sıklıkta yapamadığım şeyler ise okumak, blogda yazmak ve film izlemek oldu. normalde yeni çıkan filmleri takip etmeye ve izlemeye çalışırdım oysa ki... film ekimine de gidemedim bu sene bursa'da olduğum için... :(
şimdi... geriye kalan 7 hafta için bir plan yaptım:
aşağıdaki kitapları okumak + bu yılın festival filmlerini araştırıp iyi olanları izlemeye çalışmak...
sanırım erken bir yıl kapanış yazısı oldu...
şimdi çin usulu tavuk yapmak üzere mutfağa yollanıyorum. güzel bir pazar geçirmeniz dileği ile...