4 Şubat 2011 Cuma
Oscar'a doğru Vol. 1
ortalığı bir oscar telaşıdır almış gidiyor. golden globe'un verdiği sinyallerden anlaşılacağı üzere tüm filmler çok iddialı. bu sene daha bir yakından takip ettiğimden midir yoksa hakikaten geçen sene güzel filmler yapıldığından mıdır bilmiyorum, ben de kimileri gibi "ödül törenine kadar aday tüm filmleri izlemeliyim" tarzı garip bir telaşa kapıldım. birkaç haftadır bu yola baş koydum, fütursuzca film izlemekteyim :). "en iyi yabancı film" kategorisi hariç, filmlerden çoğunu izlemeyi başardım. facebook'u anlatan bir filme bu kadar ilgi gösterilip göklere çıkarılmasından dolayı önyargı beslediğim "the social network"u halen izlemiş değilim. Inception'ın senaryosu için Butterfly Effect / Vanilla Sky tadında diyorlar diye onu da sakin kafa ile izlemek için bu haftasonuna bıraktım. "The Fighter" da pek benim tarzım bir film değil ama içimdeki görev aşkından dolayı o da bu haftasonundaki listemde yerini almış durumda. (Javier Bardem için Biutiful'u da izleyeceğim tabii ki :P) izledikten sonra onlar hakkında da birşeyler karalamaya çalışırım.
hatırlatmak gerekirse 83. oscar ödül töreni Türkiye saati ile 28 Şubat sabaha karşı sahiplerini bulacak.(tam da benim İstanbul'a gideceğim tarih, kardeşimle televizyon başında sabahlamak gibi bir mutluluğu yaşayabileceğim)
şimdi işbu filmler hakkındaki izlenimlerime gelince (görsel el emeği göz nuru):
Black Swan: filmde bir balerinin hırstan nasıl da zamanla akıl sağlığını yitirdiğini, diğer bir deyişle beyaz bir kuğu iken nasıl olup da siyah kuğuya dönüştüğünü izliyoruz. Natalie Portman harika bir hatun belirtmeden geçemeyeceğim, yalnız tek eleştirim var, canlandırdığı karaktere biraz yaşlı kalmış sanki. gerçek hayatta 30 yaşında olan Portman'ın Kudüs doğumlu olduğunu ve ailesi ile üç yaşında Washington'a göç ettiğini biliyor muydunuz? (bence) kaçırılmaması gereken bir film. film bittikten sonra, hırsın fazlasının bünyede yarattığı etkilerden kurtulmam için bir silkinip kendime gelmem gerekti.
The Kids Are All Right: son derece keyifle izlediğim bir film oldu. sperm bankasından aldıkları spermler ile çocuk sahibi olan lezbiyen bir çiftin hikayesi anlatılıyor ama öyle yılışık bir Hollywood komedisi tadında değil de zarif bir şekilde. çocuklar reşit olunca babalarını aramaya karar veriyorlar ve olaylar gelişiyor. en beğendiğim karakter ailenin "babası" rolünün altından ustalıkla kalkmayı başaran Annette Bening oldu. ebeveynlerin lezbiyen olduğu bir ailede yaşanan sorunların aslında heteroseksüel bir evliliktekinden çok da farklı olmayabileceğini bize keyifli bir şekilde göstermişler.
The King’s Speech: İngiltere kralı 6. Georg'un kekemelik sorununu nasıl alt ettiğinin hikayesinin anlatıldığı "The King's Speech" Oscar'a on iki dalda aday gösterilmiş. bir "muhteşem yüzyıl" ile celallenen yurdum insanı, biri es kaza insanüstü meziyetlere sahip padişahlarımızdan birinin bir "kusuru" ile ilgili film yapmaya kalksa, acaba o yönetmenin ve senaristin hali nice olur. beğendiğim bir film oldu ama kraliçeye pek ısınamadım. hal ve hareketlerinde kocasına olan sevgisini hiç göremediğim gibi, ona çoğu sahnede biraz durulsun diye psikoloğa götürülen bir çocukmuş gibi muamele ettiği kanısındayım. Colin Firth (Altıncı George) ve Helena Bonham Carter (Kraliçe Elizabeth)'ın oyunculukları, şüphesiz ki kendinden emin bilge duruşu ile gönlüme taht kuran Geoffrey Rush'ınkinin yanında sönük kaldı. hele hele kralın sanki birazdan kusacakmış izlenimi veren o kekeleme sahnelerine hiç tahammül edemedim. yine de izlemeden geçmeyin derim.
127 Hours: filmde James Franco tek kişilik performansı ile karşımıza çıkıyor. enerjik arkadaşımız kanyonlara hoplamaya zıplamaya gidiyor lakin talihsiz bir şekilde kolu bir kayaya sıkışıyor, biz de bu durumla nasıl başa çıktığını izliyoruz. kanımca, başından sonu belli olan filmler kategorisine giren bir film olan 127 hours'u izlemezseniz pek birşey kaybetmezsiniz. benzer bir konu seneler önce "vertical limit"te bence daha güzel işlenmişti.
True Grit: bu filmi izleyip de ölen babasının katilini bulup haklamayı aklına koymuş on dört yaşındaki Mattie Ross'a (Hailee Steinfeld) hayran kalmayan yoktur sanırım. o nasıl bir metanet, nasıl bir soğukkanlılık, nasıl bir karizmatikliktir... mutlaka izlenmesi gereken harika bir yol hikayesi. benim gibi Western filmlere temkinli yaklaşanlardansanız pişman olmayacağınızın sözünü verebilirim.
Blue Valantine: işte bu film beni çok derinden sarstı arkadaş. hikaye acıklı, işleniş güzel, oyunculuklar iyi sayılır. son sahnesi hariç kafamdaki hakiki evlilik tanımına yakın bir resim çiziliyor. anlatıp da tadını kaçırmak niyetinde değilim ama esasadamı her saniye takdir ettim, bununla birlikte esaskızı ise anlamak için çok çaba sarf ettiysem de ne yazık ki ara ara kendisine sövmeden edemedim. "yerde yatan kocanın üzerine bir batteniye ser be vicdansız" dediğimi duyanlar olmuş. bulmuşsun melek gibi adamı, yapma güzelim, yapma canım. bu film "leaving las vegas", "eternal sunshine of the spotless mind" tadında bir başyapıt olarak gönlümde yerini almış bulunmaktadır.
Rabbit Hole: ben sinema eleştirmeni değilim lakin bu film benden geçer not alamadı. film, oğullarını bir trafik kazası sonucu kaybeden bir çiftin hayatına ayna tutuyor. çift arasında garip bir kopukluk var bence ve yönetmenin bize aktarmak istediği duygular vardıysa bile açıkası bana pek geçmedi. çok daha başarılı işlenebilecek bir konu iken ortaya garip bir çalışma çıkmış. belki de ben kafamda Aaron Eckhart ile Nicole Kidman'ı örtüştüremediğimdendir. bu film de benim esaskıza sinirlendiğim filmler kategorisine girmektedir. (bkz: 500 days of summer, spread) IMDB'den de 7.5 almış işin ilginci. Sandra Oh'un yüzü suyu hürmetine olabilir mi?
I am Love (Io sono l'amore): bu filmde karşımıza Milan'da yaşayan zengin bir İtalyan aile çıkıyor. esasen Rus olan evin annesi Emma, sıkça Rusya'ya iş için gelip giden Tancredi Recchi kendisine evlenme teklif edince kabul edip, İtalya'ya gelir. kendi kültürünü neredeyse terk edip bir İtalya'na dönüşen Emma bu ihtişamlı hayattan ve ailesinden her ne kadar memnun olsa da hayatında birşeylerin eksik olduğu hissiyatları içinde çalkalanmaktadır. oğlunun arkadaşlarından birisi kendisine ilgi göstermeye başlayınca tahmin edileceği üzre olaylar gelişiverir. ya ben bu aralar duygusuz bir dönemden geçiyorum ya da filmlerden beklentim gereğinden fazla yüksek, çünkü bu filmde de hesapta "unconditional love" gibi şeyler işleniyor diyorlar ama beni duygulandırmaktan çok uzaktı açıkçası. yine de bir izleyin derim, belki film size daha fazla şey hissetirir.
umarım yorumlarım biraz olsun film seçimlerinize ışık tutabilir. keyifli seyirler.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
inception, natalie portman, geoffrey rush, anette bening, james franco beğendiklerim. blue valentine, i am love ve true grit'i izleyemedim henüz.
YanıtlaSil