yedi buçuk ay önce geldiğim alplerin kucağını yarın sabah terkediyorum. bilmiyorum kaçıncıya tıka basa doldurmaya çalışıyorum şu an şu bavullara neyim varsa. sığmıyor ama işte yine, sığmıyor. anılar taşıyor kenarlardan. defalarca şehir değiştirdim, birşeyden mi kaçıyorum, birşeyi mi kovalıyorum hiç bilmiyorum. gitmek geliyor içimden sadece, bir yerler hep beni çağırıyor, hayatı ıskalamaktan ölesiye korkuyorum ve nerede değilsem tam da orada iyi olacakmışım gibi geliyor. bu düşünce hastalıklı, mutluluğu erteleme manyağı yapıyor insanı. belki de ben sahip olunanlarla nasıl mutlu olunur unutmuşum ve kendi kendime böyle bir oyun uydurmuşum. "şu da olsun tamam, bunu da halledeyim ondan sonra çok kıyak olacak" nidaları eşliğinde ilerliyorum; herşeyi (sınavlar, belgeler, başvurular, raporlar, tezler vs...) hallediyorum kalan son enerjimle birer birer de bir şu çok beklediğim mutluluk gelmiyor. bir görünüp kayboluyor. artık zaman zaman varlığından bile şüpheye düşer oldum.
aşkta da böyle bu, kalktık kalbimizi işi gereği sürekli yollarda olması gereken birine kaptırdık. olmadı bu hiç, biliyorum ama işte hayatta ne kusursuz ki sanki? iç dünyam karmakarışık, çok sorular var, cevaplar çok subjektif. bilemedim. istanbul bana iyi gelir diye avunarak geliyorum.
26 Şubat 2011 Cumartesi
25 Şubat 2011 Cuma
Akbank 7. Kısa Film Festivali- 7-17 Mart
Akbank 7. Kısa Film Festivali' bu yıl 7-17 Mart 2011 tarihleri arasında düzenlenecek. Festival kapsamında, kurmaca ve belgesel dalında düzenlenecek kısa film yarışmasında, her iki kategoride "En İyi Film" seçilecek, eserlerin yönetmenleri Akbank Sanat tarafından; 8 bin TL ile ödüllendirilecek.
İlgilenlere duyurulur. "Nerdeymiş ki acaba?" diyenlere: Akbank Sanat İstiklal Caddesi No:8'de.
İlgilenlere duyurulur. "Nerdeymiş ki acaba?" diyenlere: Akbank Sanat İstiklal Caddesi No:8'de.
23 Şubat 2011 Çarşamba
kavşak
Habertürk'ten Kerem Akça ekip arkadaşları ile 2010 yılının en iyi on beş yerli yapım filmini seçmişler. ben de bunları ufak ufak izleyeyim demiştim kendi kendime. habertürk'teki yazısına şuradan ulaşabilirsiniz. lakin geçen hafta izleme fırsatı bulduğum bir film var ki, listede olmaması beni hayal kırıklığına uğrattı: kavşak. filmden 16. londra türk film festivali ve yarın düzenlenecek olan Siyad ödülleri sayesinde haberim oldu (Turkmax canlı verecekmiş).
başrol oyuncusu Güven Kıraç, Güven adında bir muhasebeciyi canlandırıyor. bir gün muhasebe bürosunda yeni bir bayan eleman işe başlıyor ve Güven'in ofisine yerleşiyor. sonrasında yönetmen Selim Demirdelen filmi önce bir güzel düğümlüyor, bizi merakta bırakıyor, dramlarla sarsmayı ihmal etmiyor. filmin ikinci yarısında ise olaylar yavaş yavaş çözülmeye başlıyor ve ben son sahneye gelinip işin iç yüzü ortaya çıktıktan sonra, Bülent Ortaçgil'in sesinden şu dizeler duyulunca artık koyveriyorum ve son zamanların tüm stresini defedercesine hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum (aileye düşkün, hassas dönem geçirenler izlemesin):alargada kalmış gibi kıyısız
hiç ölmeyecekmiş gibi kayıtsız
biraz kılıksız biraz keyfsiz
kalktım sana geldim
20 Şubat 2011 Pazar
Oscar'a doğru Vol. 2
bu seneki aday filmlerden birçoğunu hakkındaki kıçıkırık yorumlarıma yer verdiğim oscar'a doğru vol.1'den sonra geri kalan tüm filmleri izleyip onları da bu yazıda değerlendirmek niyetindeydim ama elimde olmayan bazı teknik sebeplerden dolayı halen birkaç aday filmi izleyememiş durumdayım-- ki bunlar aslında en iddialılardan olan Inception ile The Fighter. lakin ödül töreninin yaklaşması sebebi ile bu yazıyı yazmam artık farz oldu. birkaç şey demeye çalışalım bakalım:
Winter's Bone: diğer bir aday film olan True Grit ile az da olsa benzerlikler taşıdığını düşündüğüm filmde, Jennifer Lawrance karşımıza, ailesini uyuşturucu satıcısı babasının başlarına sardığı dertlerden ve belalardan kurtarmaya çalışan Ree olarak karşımıza çıkıyor. zavallı annesi olan bitenlerden kafayı sıyırmış, evin tüm yükü ve ik küçük kardeşinin sorumluluğu Ree'nin omuzlarında. üstüne üstlük içerisinde oturdukları ev babaları tarafından ipoteklenmiş olduğundan evi kaybetmemek için babasını bulması gerekiyor ki işte o sahne filmin en vurucu yeri. dibine kadar dram dolu, gerçek olabilme ihtimali yüksek, inandırıcı bir film. izlemeye değer ama insanın sinirleri bozuluyor. Lawrance "en iyi kadın oyuncu" dalında aday gösterilmiş, ortaya koyduğu performans gayet iyi ama Natalie Portman'a karşı şansı yok gibi birşey.
The Social Network: kabaca Facebook'un kuruluş aşamasını ve daha sonra nasıl da parayı bulanın diğerlerini kazıklamaya çalıştığı vs. gibi şeylerin anlatıldığı bir film diye özetlesem çok mu vicdansız bir özet olur bilemedim. Mark Zuckerberg'i canlandıran Jesse Eisenberg'i sanki böyle hafif sorunlu, kod manyağı, asosyal ama masum bir tip göstermişler, o kısmı bana pek bir inandırıcı gelmedi. en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterilmiş tabii hemen. iyi oynamış tamam ama Zuckerberg gerçekte nasıl bir tiptir bilmediğim için ne derece gerçekçi oynamış orasını bilemiyorum. ama Oscar'lık bir performans da göremedim ben açıkçası. bu dalda heykelcik kral 6. georg'a gidecek gibi. Justin Timberlake filmin sürprizi olmuş :)
Oscar ödül törenine artık çok az bir zaman kaldı. heyecanla bekliyorum... iyi pazarlar.
Winter's Bone: diğer bir aday film olan True Grit ile az da olsa benzerlikler taşıdığını düşündüğüm filmde, Jennifer Lawrance karşımıza, ailesini uyuşturucu satıcısı babasının başlarına sardığı dertlerden ve belalardan kurtarmaya çalışan Ree olarak karşımıza çıkıyor. zavallı annesi olan bitenlerden kafayı sıyırmış, evin tüm yükü ve ik küçük kardeşinin sorumluluğu Ree'nin omuzlarında. üstüne üstlük içerisinde oturdukları ev babaları tarafından ipoteklenmiş olduğundan evi kaybetmemek için babasını bulması gerekiyor ki işte o sahne filmin en vurucu yeri. dibine kadar dram dolu, gerçek olabilme ihtimali yüksek, inandırıcı bir film. izlemeye değer ama insanın sinirleri bozuluyor. Lawrance "en iyi kadın oyuncu" dalında aday gösterilmiş, ortaya koyduğu performans gayet iyi ama Natalie Portman'a karşı şansı yok gibi birşey.
The Social Network: kabaca Facebook'un kuruluş aşamasını ve daha sonra nasıl da parayı bulanın diğerlerini kazıklamaya çalıştığı vs. gibi şeylerin anlatıldığı bir film diye özetlesem çok mu vicdansız bir özet olur bilemedim. Mark Zuckerberg'i canlandıran Jesse Eisenberg'i sanki böyle hafif sorunlu, kod manyağı, asosyal ama masum bir tip göstermişler, o kısmı bana pek bir inandırıcı gelmedi. en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterilmiş tabii hemen. iyi oynamış tamam ama Zuckerberg gerçekte nasıl bir tiptir bilmediğim için ne derece gerçekçi oynamış orasını bilemiyorum. ama Oscar'lık bir performans da göremedim ben açıkçası. bu dalda heykelcik kral 6. georg'a gidecek gibi. Justin Timberlake filmin sürprizi olmuş :)
Oscar ödül törenine artık çok az bir zaman kaldı. heyecanla bekliyorum... iyi pazarlar.
8 Şubat 2011 Salı
the man from earth
The Man From Earth bugüne kadar en az bütçeyle çekilmiş bilimkurgu filmidir desem çok yanılmış olmam herhalde, çünkü 87 dakikalık film, bir ev (ki evde de taşınma dolayısı ile pek bir eşya yok gibi) ve evin bahçesinde geçiyor.
filmde ne mi oluyor: bir tarih profesörü olan John Oldman (David Lee Smith) artık başka bir yere taşınması gerektiği karar verir, zira kendisi 14000 yaşında paleolitik çağdan günümüze kadar gelmeyi başarmış bir nevi mağara adamıdır ve hali ile yaşlanmamaktadır. bu durum yaşadığı yerdeki insanlar tarafından fark edilmeye başlanınca John (yaklaşım on senelik periyotlarla) başka bir yere taşınmaktadır. yine bu taşınmalardan biri dolayısı ile, istifasını verdiği okuldaki çalışma arkadaşları ona veda etmeye gelmişlerdir ve John radikal bir karar ile arkadaşlarına (ki kadro çok sağlam zaten bu yüzden bir nevi entellektüeller atışması tadında geçiyor tüm film: bir antropolog, bir arkeolog, bir psikolog, bir biyolog, bir din bilimci, bir de öğrenci) gerçek hikayesini anlatmaya başlar ve onları iknaya çalışır. hali ile herbir arkadaşı John'a kendi uzmanlık alanlarından sorular sorarar köşeye sıkıştırmaya çalışır ama görmüş geçirmiş John'un her soruya verecek bir cevabı vardır.
film boyu bana "keşke yanlarında olsam da John'a bir soru da ben sorsam" dedirten muhabbetler döner. filmde insanlığın son yüzkırk yüzyılının bir nevi özetini dinliyoruz da denebilir.
bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine izledim ve çok beğendim. imdb'de top 500 listesinde yer alan filmin puanı 8.0. birden fazla izlenebilitesi olan filmler listeme hızlı bir giriş yaptığını da belirteyim.
filmde ne mi oluyor: bir tarih profesörü olan John Oldman (David Lee Smith) artık başka bir yere taşınması gerektiği karar verir, zira kendisi 14000 yaşında paleolitik çağdan günümüze kadar gelmeyi başarmış bir nevi mağara adamıdır ve hali ile yaşlanmamaktadır. bu durum yaşadığı yerdeki insanlar tarafından fark edilmeye başlanınca John (yaklaşım on senelik periyotlarla) başka bir yere taşınmaktadır. yine bu taşınmalardan biri dolayısı ile, istifasını verdiği okuldaki çalışma arkadaşları ona veda etmeye gelmişlerdir ve John radikal bir karar ile arkadaşlarına (ki kadro çok sağlam zaten bu yüzden bir nevi entellektüeller atışması tadında geçiyor tüm film: bir antropolog, bir arkeolog, bir psikolog, bir biyolog, bir din bilimci, bir de öğrenci) gerçek hikayesini anlatmaya başlar ve onları iknaya çalışır. hali ile herbir arkadaşı John'a kendi uzmanlık alanlarından sorular sorarar köşeye sıkıştırmaya çalışır ama görmüş geçirmiş John'un her soruya verecek bir cevabı vardır.
film boyu bana "keşke yanlarında olsam da John'a bir soru da ben sorsam" dedirten muhabbetler döner. filmde insanlığın son yüzkırk yüzyılının bir nevi özetini dinliyoruz da denebilir.
bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine izledim ve çok beğendim. imdb'de top 500 listesinde yer alan filmin puanı 8.0. birden fazla izlenebilitesi olan filmler listeme hızlı bir giriş yaptığını da belirteyim.
6 Şubat 2011 Pazar
Love and Other Drugs
dün akşam Oscar adayı filmlerden biraz uzaklaşmak amacı ile Love and Other Drugs'ı izledim. senaryosu bana Autumn in New York'u hatırlatmadı değil. Hollywood on senede bir kendini tekrarlama ihtiyacı hissediyor gibi. Anne Hathaway karşımıza hırçın, hastalığından dolayı kimseye bağlanmak istemeyen Maggie, Jake Gyllenhaal ise ilaç mümessili Jamie olarak çıkıyor. ikili Maggie'nin doktorunun muayenehanesinde ilk kez birbirilerini görüyorlar, aralarında önce sadece sekse dayalı olarak başlayan ilişki zamanla romantik bir havaya bürünüyor. benim için eğlencelik bir filmden öteye geçmedi açıkçası. bununla birlikte şu sıralar tercihlerle benim de başım dertte olduğundan olsa gerek kapanış sahnesini beğendim.
filmde cinsellik içeren sahnelere cömertçe yer verilmiş ama bana bir rahatsızlık vermedi. pfizer'in ise deli gibi reklamı yapılmış.
spoiler: en beğendiğim sahne sokakta yaşayan elemanın antidepresanlarla iyileşip "bugün iş görüşmem var" dediği yer oldu. jamie'nin kardeşi ise filme ayrı bir renk katmış ama yaptığı salaklıkların ara sıra dozu kaçtı. son eleştirim ise Jake Gyllenhaal'ın makyajına gelsin. adam ya solaryumda yaşıyor ya da makyözünün elinin ayarı bozuk. adamı güzelim Anna Hathaway'in beyaz tenli saf ve sade güzelliği yanında iki ayaklı bir fondöten kutusu olarak gezdirmeyi başarmış. ayrıca o kusursuzca yana taranmış saç kesimi ve hep ölümüne traşlı o babyface'inden aşırı rahatsız oldum. bence hafif kirli sakal, dağınık dikilmiş saçlar ve %50 daha az makyaj ile şahaneler yaratılabilirmiş. yakıştıramadım birbirlerine ikisini. şuradan fragmani izleyebilrsiniz.
5 Şubat 2011 Cumartesi
okuma listesi
sağda solda kulağıma çalınan kitaplar hakkında küçük bir ön araştırma yaptıktan sonra kitapyurdu'nun sitesinde önce favorilerime ekliyorum, kitap alacağım zaman ise o anki haleti ruhiyeme göre aralarından beğendiklerimi seçip sipariş veriyorum. şahsen ben kitap tavsiyelerini sevinçle karşılarım. dediğim gibi bu kitapları henüz satın alacağım, hiçbirini okumadım ama yine de belki ilginizi çeker diye paylaşmak istedim. aralarından okuduklarınız varsa yorum bırakırsanız çok sevinirim. iyi haftasonları.
hamiş: bu yazı kitapyurdu sitesinin reklamını yapmak amacı ile yazılmamıştır.
42 Derin Düşünce & Hayat, Evren ve Diğer Her Şey Üzerine 9.83 TL
Aşk Üzerine 13.92 TL
Büyücü 32.00 TL
Çekirgeleri Dinlemek 16.00 TL
Depresyon Atlası 21.70 TL
Duvardaki Kapı 7.41 TL
Ermiş 5.46 TL
Firarperest 11.17 TL
Kürk Mantolu Madonna 7.48 TL
La & Sonsuzluk Hecesi 12.34 TL
Mutluluğun Mimarisi 14.74 TL
Ne Nedir 18.48 TL
Nesneler Sistemi 21.84 TL
Tüketim Toplumu 16.00 TL
Yaşam Kullanma Kılavuzu 21.13 TL
hamiş: bu yazı kitapyurdu sitesinin reklamını yapmak amacı ile yazılmamıştır.
4 Şubat 2011 Cuma
Oscar'a doğru Vol. 1
ortalığı bir oscar telaşıdır almış gidiyor. golden globe'un verdiği sinyallerden anlaşılacağı üzere tüm filmler çok iddialı. bu sene daha bir yakından takip ettiğimden midir yoksa hakikaten geçen sene güzel filmler yapıldığından mıdır bilmiyorum, ben de kimileri gibi "ödül törenine kadar aday tüm filmleri izlemeliyim" tarzı garip bir telaşa kapıldım. birkaç haftadır bu yola baş koydum, fütursuzca film izlemekteyim :). "en iyi yabancı film" kategorisi hariç, filmlerden çoğunu izlemeyi başardım. facebook'u anlatan bir filme bu kadar ilgi gösterilip göklere çıkarılmasından dolayı önyargı beslediğim "the social network"u halen izlemiş değilim. Inception'ın senaryosu için Butterfly Effect / Vanilla Sky tadında diyorlar diye onu da sakin kafa ile izlemek için bu haftasonuna bıraktım. "The Fighter" da pek benim tarzım bir film değil ama içimdeki görev aşkından dolayı o da bu haftasonundaki listemde yerini almış durumda. (Javier Bardem için Biutiful'u da izleyeceğim tabii ki :P) izledikten sonra onlar hakkında da birşeyler karalamaya çalışırım.
hatırlatmak gerekirse 83. oscar ödül töreni Türkiye saati ile 28 Şubat sabaha karşı sahiplerini bulacak.(tam da benim İstanbul'a gideceğim tarih, kardeşimle televizyon başında sabahlamak gibi bir mutluluğu yaşayabileceğim)
şimdi işbu filmler hakkındaki izlenimlerime gelince (görsel el emeği göz nuru):
Black Swan: filmde bir balerinin hırstan nasıl da zamanla akıl sağlığını yitirdiğini, diğer bir deyişle beyaz bir kuğu iken nasıl olup da siyah kuğuya dönüştüğünü izliyoruz. Natalie Portman harika bir hatun belirtmeden geçemeyeceğim, yalnız tek eleştirim var, canlandırdığı karaktere biraz yaşlı kalmış sanki. gerçek hayatta 30 yaşında olan Portman'ın Kudüs doğumlu olduğunu ve ailesi ile üç yaşında Washington'a göç ettiğini biliyor muydunuz? (bence) kaçırılmaması gereken bir film. film bittikten sonra, hırsın fazlasının bünyede yarattığı etkilerden kurtulmam için bir silkinip kendime gelmem gerekti.
The Kids Are All Right: son derece keyifle izlediğim bir film oldu. sperm bankasından aldıkları spermler ile çocuk sahibi olan lezbiyen bir çiftin hikayesi anlatılıyor ama öyle yılışık bir Hollywood komedisi tadında değil de zarif bir şekilde. çocuklar reşit olunca babalarını aramaya karar veriyorlar ve olaylar gelişiyor. en beğendiğim karakter ailenin "babası" rolünün altından ustalıkla kalkmayı başaran Annette Bening oldu. ebeveynlerin lezbiyen olduğu bir ailede yaşanan sorunların aslında heteroseksüel bir evliliktekinden çok da farklı olmayabileceğini bize keyifli bir şekilde göstermişler.
The King’s Speech: İngiltere kralı 6. Georg'un kekemelik sorununu nasıl alt ettiğinin hikayesinin anlatıldığı "The King's Speech" Oscar'a on iki dalda aday gösterilmiş. bir "muhteşem yüzyıl" ile celallenen yurdum insanı, biri es kaza insanüstü meziyetlere sahip padişahlarımızdan birinin bir "kusuru" ile ilgili film yapmaya kalksa, acaba o yönetmenin ve senaristin hali nice olur. beğendiğim bir film oldu ama kraliçeye pek ısınamadım. hal ve hareketlerinde kocasına olan sevgisini hiç göremediğim gibi, ona çoğu sahnede biraz durulsun diye psikoloğa götürülen bir çocukmuş gibi muamele ettiği kanısındayım. Colin Firth (Altıncı George) ve Helena Bonham Carter (Kraliçe Elizabeth)'ın oyunculukları, şüphesiz ki kendinden emin bilge duruşu ile gönlüme taht kuran Geoffrey Rush'ınkinin yanında sönük kaldı. hele hele kralın sanki birazdan kusacakmış izlenimi veren o kekeleme sahnelerine hiç tahammül edemedim. yine de izlemeden geçmeyin derim.
127 Hours: filmde James Franco tek kişilik performansı ile karşımıza çıkıyor. enerjik arkadaşımız kanyonlara hoplamaya zıplamaya gidiyor lakin talihsiz bir şekilde kolu bir kayaya sıkışıyor, biz de bu durumla nasıl başa çıktığını izliyoruz. kanımca, başından sonu belli olan filmler kategorisine giren bir film olan 127 hours'u izlemezseniz pek birşey kaybetmezsiniz. benzer bir konu seneler önce "vertical limit"te bence daha güzel işlenmişti.
True Grit: bu filmi izleyip de ölen babasının katilini bulup haklamayı aklına koymuş on dört yaşındaki Mattie Ross'a (Hailee Steinfeld) hayran kalmayan yoktur sanırım. o nasıl bir metanet, nasıl bir soğukkanlılık, nasıl bir karizmatikliktir... mutlaka izlenmesi gereken harika bir yol hikayesi. benim gibi Western filmlere temkinli yaklaşanlardansanız pişman olmayacağınızın sözünü verebilirim.
Blue Valantine: işte bu film beni çok derinden sarstı arkadaş. hikaye acıklı, işleniş güzel, oyunculuklar iyi sayılır. son sahnesi hariç kafamdaki hakiki evlilik tanımına yakın bir resim çiziliyor. anlatıp da tadını kaçırmak niyetinde değilim ama esasadamı her saniye takdir ettim, bununla birlikte esaskızı ise anlamak için çok çaba sarf ettiysem de ne yazık ki ara ara kendisine sövmeden edemedim. "yerde yatan kocanın üzerine bir batteniye ser be vicdansız" dediğimi duyanlar olmuş. bulmuşsun melek gibi adamı, yapma güzelim, yapma canım. bu film "leaving las vegas", "eternal sunshine of the spotless mind" tadında bir başyapıt olarak gönlümde yerini almış bulunmaktadır.
Rabbit Hole: ben sinema eleştirmeni değilim lakin bu film benden geçer not alamadı. film, oğullarını bir trafik kazası sonucu kaybeden bir çiftin hayatına ayna tutuyor. çift arasında garip bir kopukluk var bence ve yönetmenin bize aktarmak istediği duygular vardıysa bile açıkası bana pek geçmedi. çok daha başarılı işlenebilecek bir konu iken ortaya garip bir çalışma çıkmış. belki de ben kafamda Aaron Eckhart ile Nicole Kidman'ı örtüştüremediğimdendir. bu film de benim esaskıza sinirlendiğim filmler kategorisine girmektedir. (bkz: 500 days of summer, spread) IMDB'den de 7.5 almış işin ilginci. Sandra Oh'un yüzü suyu hürmetine olabilir mi?
I am Love (Io sono l'amore): bu filmde karşımıza Milan'da yaşayan zengin bir İtalyan aile çıkıyor. esasen Rus olan evin annesi Emma, sıkça Rusya'ya iş için gelip giden Tancredi Recchi kendisine evlenme teklif edince kabul edip, İtalya'ya gelir. kendi kültürünü neredeyse terk edip bir İtalya'na dönüşen Emma bu ihtişamlı hayattan ve ailesinden her ne kadar memnun olsa da hayatında birşeylerin eksik olduğu hissiyatları içinde çalkalanmaktadır. oğlunun arkadaşlarından birisi kendisine ilgi göstermeye başlayınca tahmin edileceği üzre olaylar gelişiverir. ya ben bu aralar duygusuz bir dönemden geçiyorum ya da filmlerden beklentim gereğinden fazla yüksek, çünkü bu filmde de hesapta "unconditional love" gibi şeyler işleniyor diyorlar ama beni duygulandırmaktan çok uzaktı açıkçası. yine de bir izleyin derim, belki film size daha fazla şey hissetirir.
umarım yorumlarım biraz olsun film seçimlerinize ışık tutabilir. keyifli seyirler.
1 Şubat 2011 Salı
Türk Edebiyatı'nın en iyi kırk şeyi
ntvmsnbc'de bugün gözüme çarpan güzel bir listeyi paylaşmak isterim:
NOTOS Edebiyat dergisi, yeni sayısında, Türk edebiyatının 'En İyi 40 Şeyi' anketinin sonuçlarını yayımladı. Ankete 181 yazar katıldı.
Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey listesinde; İkinci Yeni veya 1950 Kuşağı gibi edebiyat toplulukları, Memleketimden İnsan Manzaraları, İnce Memed gibi eserler, Varlık Dergisi, Adam Öykü gibi dergiler, Can, Metis, YKY, İletişim gibi yayınevleri, roman patlaması, sanal ortamda yürütülen edebiyat gibi olaylar, TEDA projesi, Kitap Fuarları gibi faaliyetler de “Çağdaş Türk Edibiyatındaki” yeri ve seçilme sebepleriyle beraber listede yer alıyorlar.
NOTOS Edebiyat dergisi, yeni sayısında, Türk edebiyatının 'En İyi 40 Şeyi' anketinin sonuçlarını yayımladı. Ankete 181 yazar katıldı.
Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey listesinde; İkinci Yeni veya 1950 Kuşağı gibi edebiyat toplulukları, Memleketimden İnsan Manzaraları, İnce Memed gibi eserler, Varlık Dergisi, Adam Öykü gibi dergiler, Can, Metis, YKY, İletişim gibi yayınevleri, roman patlaması, sanal ortamda yürütülen edebiyat gibi olaylar, TEDA projesi, Kitap Fuarları gibi faaliyetler de “Çağdaş Türk Edibiyatındaki” yeri ve seçilme sebepleriyle beraber listede yer alıyorlar.
Çağdaş Türk Edebiyatında En İyi 40 Şey:
1- Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verilmesi.
2- Nâzım Hikmet.
3- İkinci Yeni.
4- Sait Faik ve Alemdağ’da Var Bir Yılan.
5- Oğuz Atay ve Tutunamayanlar.
6- Varlık Dergisi.
7- Hasan Âli Yücel ve MEB Tercüme Bürosu.
8- Yaşar Kemal.
9- Ahmet Hamdi Tanpınar.
10- 1950 Kuşağı Öykücüleri.
11- Garip Akımı.
12- Can Yayınları.
13- Orhan Pamuk.
14- Yapı Kredi Yayınları.
15- Bilge Karasu.
16- Yeni Dergi ve De Yayınları.
17- Türk Edebiyatını Dışa Açma (TEDA) Projesi.
18- Yusuf Atılgan ve Anayurt Oteli.
19- Edebiyat Dergilerinin Çeşitlilik Kazanması.
20- Enis Batur.
21- İletişim Yayınları.
22- Kitap Ekleri ve Radikal Kitap.
23- Varlık Yayınları.
24- İhsan Oktay Anar.
25- Hasan Ali Toptaş.
26- Metis Yayınları.
27- Memet Fuat.
28- AdamÖykü.
29- Sanal Ortamda Edebiyat.
30- İnce Memed.
31- Kitap Fuarları ve TÜYAP.
32- Orhan Veli Kanık.
33- Edip Cansever.
34- Fazıl Hüsnü Dağlarca.
35- Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur Konuğu Olması.
36- Memleketimden İnsan Manzaraları.
37- Murathan Mungan.
38- Nurullah Ataç.
39- Orhan Kemal.
40- Roman Patlaması.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)