26 Aralık 2010 Pazar

frederic chopin

Eserlerinde boğazımdaki yumruyu en şiddetli hissetiğim sanatçı. 2010 Chopin yılınız kutlu olsun.

19 Aralık 2010 Pazar

Evgeni Pluşenko

Bugün sizlere benim de bir hayranı olduğum Evgeni Pluşenko'dan bahsetmek istiyorum. Pluşenko henüz 19 yaşında, aynı yıl içerisinde (2001) hem Avrupa  hem de Dünya Şampiyonu ünvanını almayı başarmış bir buz pateni sporcusu. Tabi bunlar tek başarıları değil, evinde bir madalya koleksiyonu var denebilir. Şöyle ki: Yedi kez Rusya şampiyonu, dört kez Grand Prix Finalleri şampiyonu, altı kez Avrupa şampiyonu, üç kez Dünya şampiyonu ve 2006 Kış Olimpiyatları'nda altın madalya. İlginç de bir hayat hikayesi var.
Ona hayranlığım (yanılmıyorsam) 2001 kapanış galasındaki aşağıdan izleyebileceğiniz şovuna dayanır. Adam deli beyler. Birinclik aldığı her müsabakadan sonra, dünyanın nefesini tutup "Bu sefer ne hazırladı bize acaba?" diye kapanış performansını (bana göre sanatsal bir şov) beklediği bir isim. Çok sempatik, çok yetenekli, yapmak için yaratıldığı şeyi bulmuş Tanrı'nın sevdiği bir kulu. Seyircileri nasıl delirttiğine dikkat edelim :)

11 Aralık 2010 Cumartesi

miskin bir kızın günlüğü

bugün evden çıkayım azıcık gezeyim diye niyetlendim ama sabah karın ağrısı ile uyanınca yattı hali ile. gerçi bu işin bahanesi, istesem yine giderdim ama yalnız başıma gezmekten korktum sanırım. sokakta yürürken gözüme çarpan bir şeyi yanımdakini dürtüp "aaa baksana ne hoooş" falan diye gösteremem diye aklım çıktı. zaten trenler de çok pahalı, yakındaki iki "büyük" şehirden biri 15000 diğer, 26000 nufüslü olduğundan hangisine gideyim karar vermedim :) ve bu cumartesi gününü 6000'lik köyümde geçirmeye karar verdim. zaten dışarısı da soğuk, malum Alpler'deyiz, güneşli ama garip bir soğuk var.
öğlen zar zor kendimi dışarı attım, çarşıya gittim (çarşı: uzunluğu 50 metreyi bile bulmayan bir sokak, birkaç mağaza, Migros ve Coop marketleri). önce kitapçıya uğradım, raflara göz gezdirdim, bu esnada içime bir hüzün çöktü (hemen gelir zaten hiç gecikmez). ben burada ne yapiyorum yahu dedim, bu benim dilim değil, benim edebiyatım değil, bunlar benim insanlarım değil... hemen düşünceleri savuşturup kitaplara döndüm. çoook harika kapak tasarımlari olanlardan bazılarını aldım elime, içlerine baktım. biraz karşılıklı şımarttık birbirimizi. üşendim, arkalarını bile okumadım doğru düzgün. itiraf etmek gerekirse, sadece yazarların isimlerine göz attım, birazcık da kapak resmine falan. zengin ülke oldukları her şeye yansımış. Almanya'da da bu böyleydi, burada da. kitapların çoğunun cildi sert kapak, kağıdı pürüzsüz, baskı kalitesi harika, harfler net. yani ne yazarın, ne de basımcının ucuza kaçmak gibi kaygıları olmadığı çok açık. diledikleri gibi tasarlamışlar görselliği ve kitabı istedikleri kalitede basmışlar. pahalıya gelir, vatandaş alamaz gibi bir korkuları olmamış çok belli. kendime, eve gelip de iyice bir inceledikten sonra aslında bana çok da fazla yeni şey söylemediğini fark ettiğim pilates hakkında bir kitap aldım. kitabın yazarı bir balerinmiş, ağır bir trafik kazası geçirdikten sonra pilates ile ile iyileşmiş sonra da pilates hocası olmuş. sonra Migros'a girdim, ikinci katı resmen coşturmuşlar, binbir çeşit yılbaşı süsü, herşey kırmızı beyaz... marketin önünde çeşitli boyutlarda yılbaşı ağaçları satın alınıp bir ailenin salonuna kurulmayı bekliyor. bir iki parça birşey aldıktan sonra, evin yakınındaki markete de uğradım. malum pazarları heryer kapalı Avrupa'da (sinir oluyorum bazen) eksikleri tamamlamam gerekiyordu. eve gelince kendime güzel bir pizza yaptım ayıptır söylemesi (altı saattir midemde, sindiremedim hala), yanına da soğuk bir bira açtım.
az önce de Eat, Pray, Love'ı izledim, o kadar da abarttıkları kadar yoktu bence. hatta içimden bir his kitabının daha güzel olduğunu söylüyor (bugün aldım kitapçıda elime ama bıraktım, kim okuyacak şimdi onu Almanca). az önce tiramisu yedim (çok kilo alıyorum ama tek mutluluğum yemek yemek bu günlerde) şimdi bir film daha izlerim herhalde. sonra da Filipinler'de sabah olacak, arkadaşım arayacak. biraz onunla konuşur yatarım. yarın da tez için biraz çalışmam gerekiyor. bir cumartesi günü de böyle sakinlik içerisinde geçti işte.

kafa yormalar

yeme-içme: soğuk bir bira ya da sekt, Jack Daniel's-kola, yemek yapmak ve o yemekleri yemek, çikolata, tiramisu, karamelli herşey, sabah kahvesi (olmayınca arıza çıkarırım, bilimum zeytinyağlı yemekler

mütemadiyen: merak etmek, araştırmak, keşfetmek, şaşırmak, sürekli değişim, yeni arayışlar, boş kaldığım her Allah'ın saniyesi hayat ve kendim hakkında kafa yormak

vazgeçemeyeceklerim: kitaplarım, kalemlerim, lounge müzik, tiyatro, bisiklet, ailem ve dostlarım, hayvan ve doğa sevgim, fotoğraf çekmek, hayal kurmak, pilates, çok konuşmak (even if I try hard, I can not)

beni en mutlu edenler: ailem, arkadaşlarım, dostlar, dostlar, dostlar, dost meclisleri (especially with aslı, binnur, duygu, övgü, selin -cast in alphabetical order), kedim

hep benimle olmasını istediklerim: hayata karşı bir heyecan, anın tadını çıkarabilmek, seyahat edecek vesile, vakit ve para sahibi olmak, kurtlu kıç, huzur, kayıtsız şartsız mutlu olabilme yetisi, kendi kendini oyalayabilmek, hayallerimin peşinden gidecek tutku, değişime açık olma, kendi doğrularımı sorgulayacak objektiflik

hayallerim: Alaçatı'da yazlık alıp rüzgar sörfünü geliştirmek, her türlü doğa yürüyüşü ve kampçılık aktivitelerine katılmak, renkli insanlar tanımak (couchsurfing mesela), yeni hayat felsefeleri duymak, üç çocuk yapacak şartlara sahip olmak, ortamlarda aranan mubabbeti tatlı bir insan olmak

uzun vadeli korkularım: iç disiplinimin zayıflaması, dengeyi kuramamak, güzel günlere olan inancımı yitirmek, ben yanlarında değilken sevdiklerime kötü birşey olması, mutluluğu hiç bulamamak, bir daha hiç aşık olamamak, bir anda birine aşık olmak, hayat arkadaşını bulamamak,  mutsuz bir evlilik yapmak ve boşanmak, kendine vakit ayıramayacak derecede meşgul olmak, kafa dinleyememek, tatile gidememek, zevksiz ve asosyal biri haline gelmek, kendi isteklerimin değil de toplumun beklentilerinin esiri olmak, ortalama bir Türk insanı hayatı yaşamak, dostlarımı kırmak, kompleksli insanlarla çalışmak ya da bir sebepten muhatap olmak durumunda olmak, sevmediğim bir işi yapmak zorunda kalmak, sabahları mutsuz uyanmak, anlayışsız insanlarca çevrelenmiş olmak, kötümserlik tarafından ele geçirilmek, insanlara az yardım etmek, sevgimi gösterememek, sevdiklerimden uzak kalmak, sevdiklerimin bir sebepten mutsuz olması, listedeki en uzun maddenin korkularım olmaması

bugün de bunlar çıktı sepetten.


edit: bunları yazdıktan sonra listeye bir baktım ve tatmin olmadım açıkçası. bu kadar mıyım yani ben, beni mutlu eden şeyler iki satır mı olmalı? hayaller üç satır? büyümek kaynaklı bunlar hep. küçük çocuğa versek kağıt kalem, bir sayfa şey yazar en az, misketim, gofretim, bebeğim ... büyümeyelim ya, büyüdükçe hayal dünyamız küçülüyor çünkü galiba. çok üzülüyorum be blog. bundan sonra defterimi beni mutlu eden şeyleri not alayım da madem, bakıp bakıp sevineyim mutsuz olduğum anlarda. :(

10 Aralık 2010 Cuma

New York, I Love You

Az önce izlemeyi bitirdiğim ve henüz etkisindeyken, burada bahsetmek istediğim bir film var: New York, I Love You. Film, Fatih Akın'ın da arasında bulunduğu on bir farklı yönetmen tarafından çekilmiş New York'da geçen küçük hikayelerden oluşuyor. Oyuncular arasında Uğur Yücel'i de görüyoruz. Çinli bir kıza uzaktan aşık bir ressamı canlandırıyor, onun resimlerini yapıyor.
Birden fazla kereler, beni içerisine çekip, hayatın küçük ama önemli detaylarını fark ettirmeyi başardı. Ne kadar da çok ve çeşitli hikayeler var şu dünyada... Hele sonlardaki anneanne dedeli sahnede bööhh diye ağlamak istedim sevgili blog. IMDB 6,6 vermiş ama benden en az 8 alır. Drea de Matteo da iyiymiş he.

8 Aralık 2010 Çarşamba

ömrümüzün son demi

Canım anneanneciğimin en sevdiği şarkı... Şevval yorumu ile.

yeni kaledonya

Yeni Kaledonya Güney Pasifik Okyanusu'da yer alan ve Fransa'ya bağlı dokuz-on adadan oluşan bir ülke. Dünya Nikel rezervlerinin dörtte biri burada yer alıyor ve kolonial zamanın başından beri şehir merkezine iki km uzaklıkta işleniyor. Adanın yerlilerinde ve ökosisteminde geri dönülemeyecek zararlar yaratmayı kendinde bir hak olarak gören Fransa, artık biraz insafa gelmiş olacak ki, 2014-2019 yılları arasında bir plebisit (plebisit: Devletler hukukunda bir ulusun hangi devlete bağlanacağıyla ilgili oylama. kaynak: TDK)
ile halka Fransa'ya bağlı kalmaya devam mı etmek, yoksa bağımsız mı olmak istediklerini soracakmış.
Taa binlerce kilometre uzağındaki, kendinden o kilometre sayısı kat daha fazla gelişmiş, devlet başkanını -istesen bile- televizyon harici bir yerde göremeyeceğin ülkeye bağlı olmak nasıl bir saçmalıktır senelerdir anlamış değilim. Bağlı olmak hadi neyse de, kendileri yetmezmiş gibi bir de Kanadalı'lar ile anlaşıp, ülkende bir iki tane daha Nikel işleme tesisi kurma planları ne oluyor, onu hiç anlamış değilim. Bu cennetten kopup dünyaya düşmüş adalarda, para eden birşey olmasa, hangi Avrupa ülkesi suratlarına bakar ki tatil harici zaten...?
Fransızların malum böyle daha bir çok kolektivitesi (sömürgeye günümüzde verilen ad) var açık denizlerde. Toplamda 2,5 milyon insanın yaşadığı bu yerlere has bir de para birimi varmış, şaka gibi (bkz: pasifik frangı). Sonra da bize insan haklarından bahsederler. Neyse, sinirlenip coşmuşum yine, bu güzel adaları tanıtmaya çalışacaktım sözde.
Adalardan en büyüğünün güneyinde uluslarası La Tontouta ve iç hat uçuşlarının yapıldığı Magenta havalimanları yer alıyor. Takımadaların kuzey batı ucunda ise, Avustralya'daki büyük set resifinden sonra 24.000km2 ile dünyanın ikinci en büyük mercan set resifi yer alıyor. Resifler Unesco koruması altında. Adada Pasifik'teki adalarından çoğunda olduğu gibi, dünyanın başka yerinde bulunmayan bitkiler ile börtü ve böcekler var. Aşağıda adaya özgü yürmi üç kuş çeşidinden biri olan Kagu'nun da bir fotoğrafı var. Bitki ve hayvan türlerinin soyunun tükendiğini belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum. (Home belgeselinden bahsetmiştim, izleyenler bu gidişattan haberdarlar.) Üçüncü fotoğraftaki gemi belki de kireçtaşı taşıyordur ve başkentteki Nouméa Limanı'na yanaşacaktır, kim bilir... ;)
Fotoğraflar ile başbaşayız, buradan, buradan ve buradan alıntı.











Yann Arthus'la yatıp Yann Arthus ile kalkar oldum ama gözüme çarpmıştı yanlış hatırlamıyormuşum, o da bir fotoğraf çekmiş New Caledonia'da. Fotoğrafın tanıtım yazısı:

"A mangrove swamp is an amphibious tree formation common to muddy tropical coastlines with fluctuating tides. It consists of various halophytes (plants that can develop in a saline environment) and a predominance of mangroves. These swamps are found on four continents, covering a total area of 65,000 square miles (170,000 km2), or nearly 25 percent of the world’s coastal areas. This represents only half of the original range, because these fragile swamps have been continually reduced by the overexploitation of resources, agricultural and urban expansion, and pollution. The mangrove remains, however, as indispensable to sea fauna and to the equilibrium of the shoreline as it is to the local economy. New Caledonia, a group of Pacific islands covering 7,000 square miles (18,575 km2), has 80 square miles (200 km2) of a fairly low (25 to 33 feet, or 8 to 10 m) but very dense mangrove swamp, primarily on the west coast of the largest island, Grande Terre. At certain spots in the interior that are not reached by seawater except at high tides, vegetation gives way to bare, oversalted stretches called “tannes,” such as this one near the city of Voh, where nature has carved this clearing in the form of a heart."

Kadınlar ve hakları beyazperdede!


DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri'nin yan etkinliği olarak düzenlenen 'Hangi İnsan Hakları?' bu sene çerçevesini daha da genişletiyor. Etkinlik kapsamında, Burmalı muhalif lider Aung San Suu Kyi ile ilgili yeni bir belgeselin de aralarından olduğu uzunlu kısalı 30'a yakın film gösteriliyor. Filistin'de bir İsrail buldozerinin altında kalarak can veren Rachel Corrie'nin dokunaklı hikayesinin anlatıldığı “Rachel”, Özlem Sulak'ın İstanbul'da ilk kez seyirciyle buluşacak “12 Eylül” adlı filmi, tanınmış video sanatçısı Hito Steyerl'in Türkiye'de hiç gösterilmemiş “Kasım” (November) adlı sarsıcı çalışması, Locarno başta olmak üzere bir çok saygın festivale seçilen İsveç yapımı “Geçmiş Seni Çağırıyor", Hangi İnsan Hakları? etkinliğinde yer alan filmlerden bazıları... Diğer filmler için buradan.
(buradan alıntı)

5 Aralık 2010 Pazar

karşılaşmalar

 
          sayfa 79:
".... sana çok açık yüreklilikle kendim hakkında birşeyler anlatmaya çalışacağım. söyleyeceklerimin amacı kendimi methetmek değil, esasen beni yavaşça, kendi kendine tanımanı isterim. ama yine de şu an bunları yazmak geliyor içimden.
ben birbirinden çok farklı ortamlarda büyüdüm, bir liseye gittim, öyle bir çeşitlilik ve özgürlük olamaz, lise yıllarım üniversite yıllarımdan güzeldi. sonra üniversite geldi, üniversitenin üçüncü yılında, ilk kez yurtşına çıktım. değişim programı ile on bir ay durdum, çok güzel arkadaşlıklar edindim, dünyayı tanımaya başladım. sonra geri döndüm, bir yıl içerisinde alttan üstten ne kadar ders varsa tamamlayıp tezimi yazıp mezun oldum. değişim programı esnasındai, oraya geri dönmeyi kafaya koymuştum çünkü ve öyle de oldu. bir sürü şehre yüksek lisans başvurusu yaptım, çoğundan yanıt olumlu idi, aralarından birini seçtim ve başladım. giderken cebimde istanbul'da (o koşuşturmacalı alttan üstten dersli projeli tezli son sınıf esnasında) biriktirdiğim 1000 € ve umutlarım vardı sadece. bir iş bulur, hem çalışır hem de okurum dedim. Allah rast getirdi, okulda bir öğrenci asistanlık buldum, hem orada çalıştım hem de on beş günde bir garsonluk yaptım, topuklu ayakkabılarla gün geldi yer sildim. bunların hiç birine pişman değilim, yine olsa yine yaparım. çünkü okumak istiyordum ve elimde olan tek şey azmimdi.
okuduğum şehirde de birçok farklı insanla tanıştım, birçok farklı hayat görüşü edindim, hayata kendiminkinden farklı pencerelerden de bakılabildiğini öğrendim. bu sefer yaşım yirmi beş olmuştu artık. yeri geldi arkadaşlarla birlikte gurbetlik çektik, kendimiz pişirdik kendimiz yedik, kah hayatı sorguladığımız derin sohbetler ettik sabahlara kadar, kah geyik döndürdük. iki dostum, bana çok yardımcı oldular, hayattaki en güzel anlarımlardan bazılarına o şehirde imza attım. arabesk takılmak istemiyorum ama çok zor günlerim de oldu, maddi manevi, ama diyorum ya arkadaşlarım benim herşeyim, onların sayesinde o yollardan düze çıkıp bugün olduğum noktaya geldim.
ben hayatta basit bir yol seçmedim, eğitimime türkiye'de devam edebilirdim ama kendimde fazlasını gördüm. hayalimin peşinden gittim, denedim. Allah da beni boş döndürmedi. dedim ya, bu yıllarda çok şey öğrendim, bir çok farklı kültür ve hikaye ile yoğruldum. artık yola çıkarkenki kişi değildim, pişmeye başlamıştım. bu kadar çeşitlilik içerisinde insan ilişkilerimde kılavuzum iyi niyet, anlayış ve iletişimdi. kendi içimde ise hedeflerimi aklımda tutup, oraya bir amaçla gittiğimi hatırlattım kendime; ümitsizliğe kapıldığım her anda. bunların sayesinde devam edebildim. insanları yargılayamazdım, çünkü değerlerimiz farklı idi.
reenkaryasyona inanmıyorum, bence sadece bir tane hayatımız var. onu en güzel ve dolu şekilde yaşamaya ve her saniyesine bir anlam katmaya çalışıyorum. hayatımın her aşaması benim için çok özel ve kaderine terk edilemeyecek bir lütuf. bu birlikteliğim için de geçerli. sana demiştim, hayata karşı benimle benzer heyecanları taşıyan bir yol arkadaşına ihtiyacım var. illa da benimle aynı görüşlerde olması gerekmez ama en azından hayattan anladığı ve beklediği benimkilere benzer olmalı ki bir potada eriyebilelim. sana fazla gelebileceğim şeklindeki kaygını dile getirmişsin, fazla demezdim ben olsam, farklı derdim. ben kolay yollarda yürümedim hiç, bunu seçmiyorum çünkü, o yol yeterince kalabalık.
bugün olduğum kişiyi çok seviyorum ve beni olduğum kişi yapan da başımdan geçenlerdir. seni tanımaya çalışıyorum çünkü içimde, sığ bir insan olmadığına dair bir his var. elimi attığım şeyleri bitirmeden bırakamıyorum, hatta zorluklarla cebelleşmesini seviyorum, çünkü insanların hayatta bir fark yaratması, bir iz bırakması gerektiğine inanıyorum. sen de diyorsun ya, bizim için yapılan planlar var. öyle olmasa bugün einstein olmaz, mozart olmaz, hawking olmazdı. tabii ki ben de hayatımın büyük kısmını türkiyede geçirdim, seninle aynı kültürden etkilendim, bir türk kız olarak büyütüldüm. her ne kadar evrensel tutumlarda ve boyutlarda tutunmaya çalışsam da, yer yer ben de kaprisli bir türk kızı olabilirim, hoş görmeye çalış beni.
lafın özü, beni ben yapan çoğu şeyde olduğu gibi benimle aynı yolda yürüyecek kişide de orijinallik, evrensellik ve derinlik arıyorum. hayatı gelişine yaşayan biri ilgimi çekmiyor. tutkuları olan, kendini ve bizi bir adım ileri taşıyacak enerjiye sahip olan birini istiyorum. ben renkli bir hayatı bilinçli olarak tercih ediyorum, vakit ve enerji harcayıp hayatımı güzelleştirmeye çalışıyorum. çünkü dedim ya, sadece bir hayatımız olduğuna inanıyorum ve herkes kendi hayatının başrol oyuncusu. perdeler indiğinde alkışlanmak değil kaygım, iyi bir oyun ortaya koyduğuma kendim inanayım, yeterli bana.
dünyada keşfedilmeyi bekleyen bu kadar güzellik varken, çağrıya kulak vermeden edemiyorum. işte sana birkaç paragraf ile ben. kalkanlar olmaksızın bakınca görebileceklerinden bazıları."

bir seyahate dair dörtlem

Son zamanlarda kafamı kurcalayan bir düşünce/çağrı var ve aklıma bir kurt düştü müydü benim, içeriden beynimi kemirmeye başlar, git desem zaten gitmez, istediğini alana kadar kırt kırt kırt yer durur beni. İşte yine öyle bir zamana giriyorum.

Birçok gezginin, seyahat aşığının ya da diğer bir deyişle dünya meraklısının söylediği şekilde dile getirmek gerekirse, bir yerler beni çağırıyor. İçimde bir kıpırdanmalar var, bir enerji birikimi hissediyorum ve bununla ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok.
Bildiğim birşey var, buna karşı koymaya ve görmezden/duymazdan gelmeye çalışırsam, sonra hiç olmadık bir zamanda galip gelir ve mazallah mesela işten güçten istifa ettirip adamı yollara düşürür diye korkuyorum. Nerede okudum hatırlamıyorum ama birisi yazmıştı, seyahat etmenin tadını alanın kafasına bir ses girer, hep çağırır "Gel, gel, hadi artık" diye. İşte benim kurt da aynı bunları söylüyor.

Şubat ayının sonunda, şirketteki anlaşmam bitiyor ve bakalım nereye sürükleneceğim. Muhtemelen tezimi bitirmek için Berlin'e gideceğim, orada yerim yurdum da yok, sağda solda sefil sefil takılıp tezimi yazmaya çalışacağım. Öncesinde İstanbul'da bir nefes alacağım ama. Kısmet olursa Nisan, Mayıs ayı gibi tezimi teslim etmiş ve okulu bitirmiş olacağım. Zorlu geçen iki yılı aşkın bu master süreci sonunda, kendime bir ödül vermişim çok mu?

Kafamda farklı fikirler var, hangisini hayata geçireceğim bilemiyorum. Bir seyahat yapmak istiyorum orası kesin, üstelik de uzunca bir tane, şöyle üç-dört ay ya da ben cevaplarımı buluncaya kadar sürecek olan. Aklımda bir kaygı olmaksızın kendimi tartabileceğim, hayatımın geri kalanında ne yapacağım, hangi şehirde yaşayacağım, bir sonraki kariyer basamağım ne olacağı gibi sorulara cevap arayacağım, görünüşte dışa ama aslında kendi içime doğru bir seyahat. O yüzden de konforlu, sofistike birşey değil aslında aradığım. Hatta böyle kafamda Tibet ibadethanelerinde takılmak tarzı birşey geliyor ama tabi o kadar abartmayacağım. Biraz abartacağım ama yine de, aklımdaki fikirlerden en uçuk olanı Gürkan ile tanışıp onu kafalamak ve -sanırım- Haziran'da çıkacağı bir sonraki bisiklet turunda peşine takılmak. Tabi bu noktada sponsor bulmak, onunla aramızdaki kondisyon farkı (adam aylardır bisikletle yollarda beyler), bisiklet almak, içimdeki korkuyu yenmek, ailemi yollarda Pippa Bacca olmayacağıma ikna etmek (önce kendimi tabii), yolda karşılaşacağım zorluklar karşısında ağlayıp Gürkan'ı beni yanına aldığına pişman etmemek gibi bir takım açıklığa kavuşturulması gereken hususlar var.

İkinci fikrim, bugün beni ziyarete gelecek olan couchsurfing misafirim kızın profilinden anladığım ve bunu yapan bir sürü insandan daha bildiğim, çalışarak sağı solu gezmek etkinliğine mi yelken açsam acaba diyorum. Birgün Berlin'de Avustralya'lı bir backpacker kızla tanışmıştım metroda, bunların memleketi uzak ya şimdi ve ne de olsa en nihayetinde koskoca bir ada ve kendilerini bir miktar izole olmuş hissediyorlar dünyadan. Artı uçak biletleri pahalı, gittiğime değsin diye, bunlar 70 litrelik çantalarını tıkabasa doldurup kah couchsurfing kah hususi backpacker hostellerinde, Avrupa başta olmak üzere bu taraflara doğru yollanıyorlar. Gelince altı ay kadar falan duruyorlar, kimini önceden internetten ayarladıkları, kimisini ise spontane bir şekilde buldukları işlerde sezonluk işçi olarak (tarla, çiftlik vs.) çalışıp kazandıkları para ile Avrupa'yı ya da artık nereye gittilerse işte orayı görüyorlar. Bugun gelecek kız  geçenlerde Yunanistan'da zeytin tarlasında çalışmış örneğin, onun haricinde ise şu sıralar İtalya'da yaşıyor. Profilinden okuduğum kadarı ile bir gün kafasına esmiş (aslen İskoçyalı galiba) bir sene takılmaya İtalya'ya gideceğim demiş. Kız benimle aynı yaşta ama açıkçası bu ikinci düşünceye pek sıcak bakmıyorum, biraz yaşlı hissediyorum kendimi bunun için ve risk almayı pek sevmeyen bir Türk kızıyım en nihayetinde, yalnız olacağımı düşününce tırsıyorum biraz. Yanına birini al diyeceksiniz ama malum insanlar hayatın girdabına öyle bir kapılmışlar ki, birini buna ikna etmek oldukça zor olur.

Üçüncü olarak Amerika'da arkadaşlarım var, bir tanesi hergün çağırıyor, onların yanına mı gitsem biraz gezmeye bir iki ay diyorum. Bu noktada da tam karar veremiyorum çünkü bir tarafım "işe gidince bir daha bulamazsın uzun tatil, Amerikaya'da 10 günlüğüne gidilmez kızım" derken, diğer tarafım "sen de bu emperyalizmin kölesi olmuşsun, ne halt var Amerika'da, dünya üzerinde hayran olunacak başka bin tane yer var, mal mısın" diyor. Karar veremiyorum.

Diğer taraftan da Avustralya'da bir arkadaşım var, onu ziyarete gidip uçsuz bucaksız Avustralya güzelliklerinin içerisinde kaybolabilirim ki, bu Amerika seçeneğinden daha yakın geliyor bana. Burada da yine bir küçük detay işleri karıştırıyor, benim gitmek istediğim tarihlerde orada sonbahar-kış başlanıgıcı. Hoş, adamların kışı ılıman ama yine de -bir sırt çantası ile yollara dökülmek istediğimi göz önünde bulundurursak- kışlık eşyaları taşımanın zor olacağı kesin.

Bugün bu frekanslarda geziniyorum işte. Bir fark yaratayım hayatta, kendime kendimi ispat edeyim, -klasik tabirle- torunlarıma anlatacağım bir maceram olsun türü iç dinamiklerin etkisi altındayım. İnsanın kendi ile imtihanı, bir nevi oruç, çile doldurma gibi birşeyler istediğim.

İyi pazarlar.

Görsel: http://www.teamlaw.org/Psalms118.html

HOME-belgesel

Yann Arthus'un helikopterden süper ötesi fotoğraflarını çektiği sırada (adamın objektifi 1 metre!)  asistanının çektiği videolar ile hazırlandığını tahmin ettiğim (çoğunuzun belki de bildiği) harika belgeselden bahsetmem farz oldu: HOME.
Dün gece izledim ama ne yalan söyleyeyim, dünyanın gidişatını görünce depresyona girmedim değil. En iyimser ihtimalle kalmış 50 sene ömrü güzelim dünyamızın, buzlar eriyor, deniz seviyeleri yükseliyor, dünyanın suyu bitiyor, karbondioksit salınımı küresel ısınmayı hergün daha da hızlandırıyor gibi gerçekliklerle yüzleşmek acı vericiydi. Sonlara doğru her ne kadar iyimser bir hava yaratılmaya çalışılmışsa da, adamı bir saat acı şeylerle bombarde ettikten sonra, sondaki bir kaç dakika insanın moralini düzeltmiyor (ya da benimkini düzeltemedi). Kendim adına yaptığım çıkarımlar: tüketim alışkanlıkılarımı yeniden gözden geçirmek ve daha çok maddeyi geri dönüştürmek. Filmin yapımında 88.000 kişinin katkısı varmış, ekranda akan yazılar bitmek bilmiyor sonunda.
Bir eksiklik hissettim yalnız, "ekranın bir köşesinde görüntünün nerede çekildiğini yazsalar ya!" diye hayıflandım durdum ama bunu nedense en sonda yazılar geçerkenki sahnelerde gösterdikleri karelerde yapmışlar. Belki de dikkat, anlatılanlara ve görüntülere çekilmek istenmiştir. Belgesel bitince 80 günde dünya turunu çıkmış gibi oldum ama gezdiğim yerler turistik yerler değildi dostlar. Tekrar tekrar izlenesi görüntüler var ama dedim ya, çok dramatik, çok kötümser.. Ses kapatılıp izlenebilir :)

Dipnot: Araplar da amma abartmış heeee. Bir de müslüman olacaklar.

Aşağıdan fragmanını izleyebilirsiniz, youtube'dan tamamını izlemek için ise buradan.

2 Aralık 2010 Perşembe

wedding shoes

bu fotoğrafa baktım, daldım, gittim. (sanatçının galerisi için buradan buyurun.) bugünlük bu kadar deyip, fotoğrafın beni götürdüğü diyarlara geri dönüyorum.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Earth from Above-Okyanusya ve Antarktika

Yann Arthus'la devam ediyoruz. Bugün konuklarımız Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kutbu ve civardaki adalar. Israrla yine sitesinden fotoğrafların açıklamalarını okuyun diyorum. Elmas ve uranyum madenlerinden, jeotermal enerji santrallerine ve balinalara kadar hayatınızda kassanız göremeyeceğiniz şeyler var. "Oraya giderimmmm, helikopteri de kiraaalar gezerim arkadaşım, ne oluyo ki sana?" diyorsanız saygı duyarım :)












Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...