30 Kasım 2010 Salı

Turkishauch ile dinginleşelim

Bugün çok darlanmış durumdayım, zaten genelde çok stresli ve kaygılı bir insanım. (Aklıma geldi şimdi, bu yazımda bahsetmiştim, hemen kendime uzaktan bakmayı deneyeceğim, derdimi ufaltıp ufaltıp fındık kabuğuna sığdıracağım, sonra da geçip kendi karşısıma, kendime güleceğim.) Lakiiiiinnnn, az önce bulduğum "Turkishauch" (turkuaz soluk) albümü ise beni nasıl dinlendirdi, aldı herşeyden nasıl uzaklıştırdı anlatamam. Bambaşka diyarlardayım şu an. Hemen paylaşayım da herkes rahatlasın, su gibi olsun şırıldasın, pamuk gibi ufacık esintiyle havalanıversin, uçsun istedim.

Hamiş: Şu pentatonic dedikleri olay da neyse, bir araştıracağım arkadaş, MacFerrin de buna çok değiniyor.

Albümün tanıtım yazısından (magnatune.com'den alıntıdır):

"Completely and utterly Zen-ed out, Turkishauch is as meditative as music gets. It features master of the Japanese flute, Tilopa, who plays the shakuhachi?and Japanese flute that has a pentatonic tuning and a much deeper and more mellow sound than other Japanese flutes. His playing isn't so much performance as it is meditative practice, so it's deep and cosmic and peaceful and totally gorgeous. Highly recommended."





29 Kasım 2010 Pazartesi

Marc Riboud

1923 Lyon doğumlu olan Fransız fotoğrafçı Marc Riboud'un yolu 1955'de Türkiye'ye düşmüş. Onu bazılarınız Eyfel Kulesini Boyayan Adam (sağda) eserinden hatırlarlar belki.
Türkiye'de aşağıda görebileceğiniz fotoğrafları çekmiş. Kareler bana hem ne hızla geliştiğimizi, hem de ısrarla nasıl bazı şeylerde ve yerlerde yerimizde saymakta olduğumuzu düşündürttü.
Ülkemi, özellikle de İstanbul'u fotoğraflayan, kitaplarında anlatan, resmeden, yani kültürümüzle yolu bir yerlerde keşisen yabancı sanatçıların çalışmaları, oldum olası ilgimi çekmiştir. Bizim görmediğimiz, ya da kanıksadığımız şeylere bizi bir anda öyle bir açıdan baktırırlar ki, yeniden hayran oluruz o şeylere. Aynı şeyden bahsetmekte olduğumza  inanmakta güçlük çektirirler bize. Objektiftirdir de bence çalışmalar, şimdi bir İstanbullu'ya anlattırmak var İstanbul'u, bir de bu şehrin yabancısından dinlemek/izlemek. O da hayransa eğer, tasdiklenmiş olur işte şehrimin/ülkemin güzelliği. Yoğurtçu, arzuhalci, tellak.. Kaldı mı bunlar?
Not: Sitesinde daha fazla fotoğrafa göz atabilirsiniz. Anasayfada bir fotoğrafı var, Oktay Sinanoğlu'nu andırıyor, bayıldım. Sanırım dahiler saçlarını tarayamıyor :)














28 Kasım 2010 Pazar

haydarpaşa

"O gün okulu kıracaktı ama tedirgindi, renk vermekten çekiniyordu evdekilere. Annesinin de temkinli yılları o zaman, şimdiden yedi-sekiz yıl önce. Her şeyi sezen, kızının peşinde dolanan bir anne.

Kitaplarını yanına hiç almayacaktı ya, okulu kıracağı fark edilir korkusuyla bir iki taneyi atıverdi çantasına. Montunu ve ayakkabılarını sakin hareketlerle giymeye çalıştı. Servis gelmeden on dakika önce aşağıdaydı, içinde kıpır kıpır bir sevinçle.

Okula yanaştıklarında servis şoförüne belli etmeyeye çalışarak hemen okulun az ilerisindeki pastaneye doğru seyirtti. Arkadaşları ile çoğu sabah orada toplanırlardı. Çay kahve bahaneydi esasen, maksat sigara içebilmekti derse girmeden önce. O zamanlarki ergen izanına göre, karizmatik birşeydi sigara içmek, büyümüş falan oluyordu insan, kabul göreceğini sanıyordu ortamlarda.

Kızlarla oturdular, açma ve poğaçalar ile çaylar ve sigaralar içildikten sonra, ders zilinin çalmasına az bir vakit kala, ayaklandılar. Arkadaşlarını öpüp onlardan ayrıldı ve etekleri zil çalarak Bab-ı Ali'den Sirkeci'ye doğru inmeye başladı. Sabahın erken saatleriydi, esnaf daha yeni kepenk açıyordu. Cağaloğlu Yokuşu'nun dar sokaklarında ilerleyip, kitapçıları, oyuncakçıları, davetiyecileri, kırtasiyeleri ve fotoğrafçıları geçip de Ankara Caddesi'ne çıktığında denizle karşılaştı. Uzun zaman önce oluyordu bunlar, detaylar silik, nasıl gitmişti gara, Eminönü'nden motorla mı geçmişti Haydarpaşa'ya, yoksa vapurla Kadıköy'e geçip oradan taksiyle mi gitmişti? Bilemedi şimdi. Fakat bugün bile artık hissedemese de iyi hatırladığı birşey var, içinde dalgalanan ilkaşk heyecanı.

Bu aşkın adresi olan sevgilisini karşılayacaktı birazdan, Mavi Tren 08:58 de varacaktı Haydarpaşa'ya.

Başka şehirdeki bir üniversiteyi kazanınca çocuk, doğup büyüdüğü yer olan İstanbul'unu ve o zamanlar -ilk aşkı olduğu için kızın- ona delicesine aşık ve hayran olan kız arkadaşını da arkasında bırakıp okul yollarını tutmuştu. İlk yıl dersler hafifti, on beş günde bir geliyordu İstanbul'a. Gençti ve enerjisi vardı, bavulunda da aşkı. Birçok kereler karşılamıştı onu garda kız. Bu kaçıncı seferdi bilmiyordu.

Soğuk bir İstanbul sabahıydı ve kızın içi -aşkından olsa gerek- yanıyor ama dışı üşüyordu bir türlü gelmek bilmeyen treni beklerken. Yerine sığamıyor, bir merakla dışarı çıkıyor, Haydarpaşa'nın o yayvan merdivenlerini iniyor, denize, simitçiye, kalkan motorlara ve yaklaşan taksilere bakıyor, rüzgar içine işleyince yeniden içeri girip perona gidiyordu. Gelsindi artık şu tren.... Çok üşüyordu.

Bir saat geçmişti, görevli bayan (belki de çoktan emekli olmuştur şimdi) trenin yolda olduğunu ama rötarlı geleceğini söylüyordu. Bu sefer de banklara oturuyor, ayaklarını sallıyor, gelen diğer trenlerden inenleri inceliyor, birazdan sevgilisine kocaman sarılacağı anları düşlüyordu. Kafasında birlikte yapacakları onlarca şeyi tasarlıyor ama bir yandan da çocuğun ailesi aklına geliyor, huzuru kaçıyordu, çünkü oğullarını gönülsüzce paylaşıyorlardı onunla. Küçüktüler ikisi de, birbirilerinin kafasını karıştırmaktı olsa olsa bu ilişki onların gözünde. Oğullarının aklı İstanbul'da kalıyor, derslerine konsantre olamıyor, kız zaten üniversiteye hazırlanıyordu -yani çok hassas dengeler söz konusuydu.

Ayaklarının artık iyice uyuşmaya başladığı üçüncü saatin sonunda, peronda bekleyen başka bir kıza gözü takıldı. Bu kız acaba sevgilisinin trende birlikte geldiği arkadaşının kız arkadaşı olabilir miydi? Kendinden birkaç yaş büyük duruyordu ama biraz çekinerek de olsa vakit öldürürüz laflayarak düşüncesiyle kıza doğru ilerledi. Evet, tahmini doğru çıkmıştı, bu kız da aynı treni bekliyordu ve diğer çocuğun kız arkadaşıydı. Bilgi alışverişinde bulundular, tren neredeydi, ne zaman varacaktı vs., biraz da kendilerinden bahsettiler. Başka şeyler de konuştularsa, dedik ya geçmiş zaman, unutuyor insan.

Dört koca saatin sonunda nihayet tren uzaktan göründü. Nasıl bir mutluluk, tarifi yok... Bavulunu çeke çeke yaklaşmakta olan çocuğa doğru koştu ve boynuna atladı. Göklerdeydi.

O gün birçok şeyden olmadığı gibi, aşkların çoğu kez sonlu olduğundan, ilişkilerin acımasızlığından, insanın sevdiğinin de canını ölesiye acıtabileceğinden, (ama çok şükür)aşk acısının ölümcül olmadığından,(bununla beraber) ilk aşkın seneler senesi rüyalara girmeye devam edebileceğinden, (ama yine de) insanların başkalarını da sevebileceğinden hiç haberi yoktu ve henüz dış kabuğu şimdi olduğu gibi sert, kalp kapısı kat kat kilitli değildi, aksine; insanlara inanmaya hazır, hayata karşı hevesli, iyimser ve hatta mutlu bir genç kızdı işte...Seviyor ve seviliyordu ve bunun sonsuza kadar süreceğine inanmak gibi büyük bir yanılgı içerisindeydi"

Yanmış ya bugün Haydarpaşa, buna benzer bir sürü vuslat ve uğurlama hikayesi de kül olmuş mudur acaba? İstanbul'un silueti güzel Haydarpaşa, akıbetin hayrola.

Koop

Koop, Oscar Simonsson ve Magnus Zingmark tarafından kurulmuş İsviçreli bir grup. Çok orijinal bulduğum bir tarzları var, biraz öncesine kadar ne olduğunu benim de bilmediğim elektronik caz müzik yapıyorlar. (Romantic swingtronica olarak da tanımlamışlar sitelerinde)
Eserler sanki ufak bir caz orkestrası tarafından icra ediliyormuş hissi verse de, durum çok farklı. Şarkılarını aslında bir çok küçük melodiyi bir araya getirerek oluşturuyorlarmış. Tüm vurmalı, yaylı ve üflemeli çalgı melodileri ve hatta korolar bile önce teker teker yaratılıp sonra birleştiriliyor. Yaratım süreçlerinin bu şekilde olması haliyle bir albüm oluşturmak için normalden daha uzun bir süreye ihtiyaç duymalarına sebep oluyormuş. Şarkılardaki tek alışılagelmiş şey ise vokaller. Entstrümantal kısım oluşturulduktan sonra işe katılıp, şarkıları seslendiriyorlar. İşveç'ten Gold certification ödüllü 2006'da çıkan albümleri Koop Island'da vokalleri Ane Brun, Yukimi Nagano, Hilde Louise Asbjornsen, Rob Gallagher and Mikael Sundin gib isimler yapmış.

Canlı performanslarını 7-9 sesli bir swing orkestra ile bir veya iki vokal gerçekleştiriyor ve konserlerinin ana amacının kendilerini dinleyenlere ayakla tempo tutturabilmek olduğunu söylemişler. Ayrıca ilginç kıyafet tasarımları ile de dikkat çekiyorlar. Resmi siteleri olan myspace alanlarına buradan gidip şarkılarından bazılarını dinleyebilir ve haklarında daha çok bilgi edinebillirsiniz.

Koop Island albümlerindeki, kendi ifadeleri ile albümün tanımını en iyi yapan şarkı olan Come To Me'nin klibi için aşağıya buyurunuz.

Hamiş: Special thanks go to grenzgænger.

Earth from Above-Afrika

Yann Arthus, "The Earth from Above" projesi kapsamında takımı ile birlikte altı yıl boyunca yüz elli farklı ülkeyi gezip gökyüzünden yarım milyon tane fotoğraf çekmiş.1999 yılında çalışması yayınlandığında, yirmi dört faklı dile çevrilmiş ve dünya çağında üç milyondan fazla satarak en iyi görsel kitaplar arasına girmiş. "The Earth from Above" bizlere dünyanın dört bir yanındaki yüzden fazla şehri ziyaret etmemizi sağlayan, bedava bir açıkhava sergisi.

Aşağıda Afrika'da çektiği fotoğraflardan bazılarına yer veriyorum. Sitesinde her fotoğrafın koordinatı ve tanıtım yazısı var. Bu görsel şöleni buradan mutlaka görün derim.







25 Kasım 2010 Perşembe

The Lab - David Edwards

David Edwards Harvard Universitesi'nde "Practice of Biomedical Engineering" profesörü ve Paris'deki a Le Laboratoire'ın ve Idea Translation Lab'ın kurucu yöneticisi.
Bir tasarımcı, yazar ve eğitimci. Çalışmaları arasında bulaşıcı hastalıkları yeni yöntemlerle tedavi etmek, ortamın havasını temizleyen bitki, aşıların ve hapların inhale yolu ile alınabildiği vazolar (!), yenilebilir şişeler gibi, özetle sanat ve tasarım sayesinde dönüştürülmüş yeni fikirler var. (Zannedersem bir adet de çikolata koklayalım şeklinde muhtemelen obeziteye savaş açacağı buluşu var ki hiç beğenmedim, öyle şey mi olur ya) Zaten sayfasında buluşlarını "fikirler" olarak adlandırıyor. Öğrencileri ile birlikte, kanıksadığımız obje, düşünce ve uygulamaları diğer bir deyişle yadırgamadığımız şeyleri sorgulayıp, yaratıcılığı devreye sokarak bir şeyleri daha iyi hale getirme çabası içindeler.
Harvard Üniversitesi Yayınları'ndan sağda kapağını gördüğünüz kitabı daha yeni çıkmış.

22 Kasım 2010 Pazartesi

günümüzün eğitim sistemi çocukların yaratıcılığını öldürüyor mu?

"Sir Ken Robinson, yaratıcılığı (baltalamaktan ziyade) besleyen bir eğitim sistemi yaratma ülküsünü eğlenceli ve son derece sürükleyici bir üslupla bizlerle paylaşıyor (TED'deki tanıtım yazısından)"
Türkçe altyazılı izlemek için buradan.


21 Kasım 2010 Pazar

iletişim üzerine

bugün bir arkadaşıma attığım mailde şunları söylemişim, çok ahım şahım birşey değil ama kayda değer olduğunu düşündüğümden (ve bana bunları öğreten hocamın anısına) buraya da aktarayım dedim. köşede dursun.
"hiçbir şey mükemmel bir şekilde pattadanak gökten insanın kucağına düşmüyor. bir şeyleri güzel ve bizi mutlu eden şekle getirebilmek için, üzerlerinde çalışılması gerektiğini düşünüyorum.
özellikle insan ilişkileri kaderine terk edilemez, hele ikili ilişkiler asla.


iletişim herşeydir. yani kimse kimsenin aklını okuyamaz, biz Türkler nedense bunun yapılabildiğine inanıyoruz, insanları söylemedikleri şeyler üzerinden tahlil ediyor,
yada büsbütün yanlış anlıyoruz. yani iletişimde bir verici vardır, bir mesaj gönderir, bir de alıcı vardır. bu iletişimin kalitesi, mesajın ne kadar doğru bir şekilde iletildiği, diğer bir deyişle alıcının, mesaj ile anlatılması amaçlanan şeyi ne kadar doğru anlayabildiği ile ölçülür. bunun için de frekansların ayarlanması gerekir ki, işte bu nokta birçok insanın sorun yaşadığı bir yer. bu ayarı yapacaksın arkadaş. soracaksın, "sen bunu bunu mu kast ettin? çünkü ben bunu bu şekilde anladım. yoksa sen başka birşey mi demeye çalışıyordun?"diye. yani kafanda hemen adamın dediği şeye, belki de hiç alakası olmayan bir anlam yükleyip triplere bağlanmayacaksın."


aptal kızı oynayacaktım degil mi ben, tüh yine tutturamadık. deneyeyim:


"ya louis vuitton'un bi çantasını almış Aylin bayıldım, bi de bugün akmerkez prada'da bir ayakkabı gördüm, çok tarz.
kızlar, kuaförüm Aşkın "platin sarısı sana çok iyi gider, bu senenin trendi bu canikom" dedi.
akşam da reinaya gitcez, hakan yeni bi X5 almış beni onla gezdircek (tikky kız modu:ON)"

Tim Roth

Birkaç gündür sevdiğim kült filmlerden bazılarını yeniden izliyorum. Dün akşam Pulp Fiction benimle idi, birazdan da Reservoir Dogs'ile devam edeceğim. Tim Roth'un Pulp Fiction'da rol aldığını tamamen unutmuşum, dün ilk sahne başlar başlamaz kendi kendime bir sevinç ve takiben de bir şaşkınlık yaşadım. "Pulp Fiction'da Hollywood'un bin tane ünlü artisti vardı, hangisini diyorsun ki yahu?" diyenler, onu -izliyorlarsa eğer- şu sıralar benim de severek takip ettiğim ve beden diline dair bir şeyler kapmaya çalıştığım Lie To Me' dizisinin başrolünden tanıyorlar, Dr. Lightman'dan söz ediyorum. Eğer henüz izlemediyseniz, Lie To Me'yi şiddetle tavsiye ederim ayrıca.

Okumayı burada bırakabilirsiniz, çünkü birazdan yapacağım değerlendirmenin kalitesi hakkında garanti veremiyorum, zira mesleğimin, sinema ve oyunculuk eleştirmenliği ile yakından uzaktan bir alakası yok. :)

Boş beleş tespitim:
Bir sahne sanatçısının oyunculuğunu değerlendirmedeki kriterler ne ola ki? sorusunu benim de bulunduğum bir mecliste ortaya atsak, şüphesiz bir çok husus sayılıp dökülecektir ve birazdan bahsedeceğim noktada, birileri bana muhalefet olacaktır. Ama bir dinleyin az bak, açıklayabilirim :). Aradığımız kriterlerden biri olduğunu düşündüğümüz "oyuncunun kendisini geliştirmesi" konusuna geldik diyelim. Kendini geliştirmenin tanımını kimileri "oyuncunun kendine ve oyunculuğuna sürekli olarak yeni şeyler katabilmesi, yerinde saymaması, çağın çizgisini yakalayabilmesi" ile "diksiyon, sahneye hakimiyeti (ve benim bilmediğim) benzeri teknik konularda sürekli bir iyileştirmeyi amaçlaması" gibi düşünceleri savunacaklardır şüphesiz. Ama benim Tim Roth'da dikkatimi çeken ve üzerinde durmak istediğim nokta, belki de bu sayılanlardan bazılarının mutlak doğrular olmayabileceği tezini savunur nitelikte.

Pulp Fiction'ın ilk sahnesinde Tim bizi, bir restoranda kız arkadaşı olduğunu düşündüğümüz bir kadın ile sohbet eder halde karşılar. Birazdan spontane olarak bu restorana gerçekleştirecekleri soygun fikrinden bahsetmektedirler. (Lie To Me'yi aşağı yukarı her hafta izlediğimden, Tim Roth'un ortaya koyduğu güncel performanstan ve oyunculuğunun geldiği noktadan da haberdardarım bu arada.) Restaronda terör estirmeye başlamalarından önceki diyaloglarını pür dikkat dinliyorum ve bu arada oyuncumuzun hal ve hareketlerine, vucudunu kullanışına, aksanına, tonlamalarına, aşağıda görebileceğiniz gözlerini kısarak ki o bakışına, kendini koltukta bir arkaya bir öne atışına, önemli birşey söyleyeceği zaman karşısındakine yaklaşmasına ve buna benzer birçok noktada Lie To Me'deki performansı ile bu sahne arasındaki benzerlikler yakalıyorum.

Pulp Fiction'ın çekildiği 94 yılından bu yana on altı yıl geçmiş ve  bence bu adamın o vakitler bugüne kıyasla iki fark saçlarındaki röfle ve gözlerinin etrafında o zamanlar henüz oluşmamış olan kırışıklıklar. Nasıl olup da çizgisini böyle korumuş şaştım kaldım doğrusu, seneler bu adamı dondurmuş sanki. Gençken de kaliteli bir oyuncuymuş ve seneler geçtikçe tadından yenmez bir hale gelmiş resmen. İnsan hiç mi başka oyunculardan/oyunculuklardan etkilenmez, zaman içerisinde hiç mi farklı bir yöne kaymaz, o İngiliz aksanı hiç mi değişmez arkadaş? Sanki, sinemanın hizmetine sunacağı karekterin temellerini otuz üç yaşındayken atmış ve yarattığı karakterin şahsına münhasır az önce sıraladığım o özellikleri üzerinde çalışıp, onları keyifle izlediğimiz bugünkü hallerine getirmiş. Şimdi yazarken düşündüm de belki de oyuncu Tim Roth ile gerçek Tim Roth birbirine çok benziyordur, bu sayede çok kasmaya gerek kalmadan yarattığı karakteri benzer bir çizgide devam ettirebiliyordur.

Diyeceğim odur ki, tutarlılık ve oyuncuya has yaratımları muhafaza etmek ile de iyi bir oyuncu olunabileceğini bize gösterir Tim Roth. Severek takip ediyoruz.


20 Kasım 2010 Cumartesi

bayram

bahsetmezsem ve görmezden gelirsem fark etmem bayram olduğunu, karambole gelir diye düşündüm ama kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Üç gün kaçtım ama bugün kıskıvrak yakalandım yalnızlığa. Neden mi bayramı geçiştirmek istedim, çünkü benim şu an için yaşadığım yerde bayram mayram yok arkadaşım. Gurbet elde olduğumuzdan uzunca bir süredir bayramda çalışmaya alıştık (ya da alıştığımızı sanıyoruz) ama bu hafta işlerim çokluğundan dolayı genelde biraz geç çıktım, bütün gün aklımda akşam eve gidince arayacağım eş/dost/akrabalar vardı. Hüzünlüydüm.

Millet İstanbul'da dokuz koca gün yatıyormuş vallahi, çok zengin ülkeyiz bize koymaz. Zaten süper de çalışkanız ya, hak ediyoruz ne de olsa böyle uzun tatilleri. Cevabını duymaktan korktuğum için kimseciklere soramıyordum ama aldığım son duyumlara göre Türkiye'de senelik izin iki hafta falanmış, ha bir de işe yeni girmiş eleman ilk iki sene falan "tatil" deyince patron ağzına vuruyormuş. Malum, sen mırın kırın edersen, maaşını beğenmeyip patron ile pazarlığa oturacak olursan falan aynı işi seve seve yapacak bin tane (sayı ile 1000) senin gibi adam var sokakta. SSK ve yol parası bile istemeyeni bulursun kasarsan. Aldığın dört yıllık üniversite eğitiminin üzerine sertifikaydı, masterdı bir cila çekmediysen ve hatta bir kaç yabancı dile "anlıyorum ama konuşamıyorum abi" derecesinde hakimiyetin yoksa, hele bir de insan ilişkilerinde çok başarılı değilsen ve dayın yoksa yüksek yerlerde, seninle birlikte eş zamanlı olarak aynı bölümünden mezun olan (bölümüne göre değişmekle birlikte) az önce sözünü ettiğimiz 1000 adamdan hiçbir farkın kalmadı işte! Nasıl sıyrılacaksın bu sürünün içerisinden? Hadi sıyrıldın diyelim, karakterine, eğitiminine, hayat görüşüne ve kişisel haklarına saygı duyacak, elemanını sevip kollayacak bir firma bul bakalım. Konudan uzaklaştım yahu. Unutmadan; şu karikatür ülkemin yeni mezun gençliğinin halini ne kadar da güzel anlatır (special thanks to Yiğit Özgür):


Ne anlatacaktım yahu, heh tamam. Bu yıl da bayram bizi teğet geçtiğinden, hiç olmazsa anıları tazeleyerek kendimi avutayım madem. Sanıyorum ki birazdan bahsedeceğim çocukluğumun tipik bayram sabahı klasikleri (ya da diğer bir deyişle, aile fertleri başka kıtalara saçılmadan önceki zamanlarda) sırf bizim eve özgü bir manzara değil. Başka birçok evde de benzer teranelerin yaşandığını düşünüyorum.

Evde tıkırtılar duyup kıllanmaya başladığınız, sabahın benim ve kardeşim için henüz erken sayılabilecek bir saatinde, annem yahut babam - her bayram dönüşümlü olarak görev aldıkları- "bilmem kaçıncı geleneksel bayram sabahı çocukları delirterek uyandırma şenliği"nin açılış seramonisi çervesinde odanın kapısını, büyük bir neşe içerisinde açıp "çocuklaaaaar bugün bayram, yatılmaz o kadar, hadi kalkın bak babaannenler bekliyor" şeklindeki meşhur tiradını atar. Bu aşamada "yeaa anne/baba yeaa accık daha uyuyalım gideris yeaa" tipi direnişleriniz bir sonuca ulaşmayacağı gibi, ebeveyninizin siz kalkana kadar kapınızı defalarca aşındırmasına ve repertuarlarından az öncekine benzer binbir cümleyi günışığına çıkarmalarına sebebiyet verir. Örneğin yorganı kafanıza çekmek sureti ile direnci artırırsanız eğer, en nihayetinde annenizin o büyük tehditi gelir ve her ne kadar bunun bir blöf olduğunu bilseniz de, bu artık ufaktan kalkmak gerektiğinin bir habercisidir: "her bayram her bayram aynı tantana, bıktım artık sizden, ne haliniz varsa görün ben giyinir giderim vallahi, sorarlarsa da çocuklar evde yatıyorlar derim". İşte bunu duyunca hemencecik yataktan zıplayarak kalkar ve kardeşiniz ile banyo kavgasına başlarsınız. Anneciğinizi ve babacığınızı üzmek istemezsiniz, çünkü o sabah bir bayram sabahıdır.

Sabah kırklanması bittikten sonra, salondaki bayram sabahına özgü mükellef kahvaltı sofrasına doğru seyirtirsiniz. Bu esnada bizim evde genellikle radyo açık olur ve çalan Türk Sanat Müziği eserlerine peder bey tarafından keyifle eşlik edilir. Bizi uzaktan gören babam ceza sahasının dışından hemen ilk şutunu çeker: "Akşam yatmak bilmiyorlar, sabah kalkmak bilmiyorlar, hani sen benle bayram namazına gelecektin paşa (kardeşimin lakabı)?" Kardeşim biraz mırın kırın eder sonra hemen "Öpüym babağ" ya bağlar olayı.

Eğer bu aşamaya kadar sorunsuz bir şekilde gelmeyi başarabildiysek, bunda sonra en zorlu etap başlar: Kardeşimin gazeteyi, benim ise çayı ve televizyonu bırakıp giyinmeye gitmemek için direnmemiz. Yine annemin "Ben hazırım vallahi, sizi bekliyorum, bak denizotobüsünü kaçıracağız, hiç beklemem sizi giderim, hadi artık" şeklindeki triplerine bir artık yerden sonra dayanamayıp hazırlanmak üzere odamıza gideriz. Bir posta "Anne yeaa, ten rengi pantolon çorabın var mı, yağmur yağacak mı üstümüze ne giysek, kitabımı çantana koyar mısın, babanemlere galeta götüreceğiz unutmayın, kapıyı kim kitleyecek, akbilde para var mı"dan sonra kardeşimle ben muhtemelen bizi beklemekten bunalıp yolu ele almış olan annem ile babamın arkasından yetişmeye çalışırız.

Deniz otobüsünde kardeşim uyur (ya da uyur gibi yapar), peder gazete okur, annem de etrafı keser kim ne giymiş falan diye. Sonra bana kaş gözle bunları işaret etmeye çalışır, bilimum dedikoduları anlatır, babanemlerin yanında nasıl davranmamız gerektiği konusundaki nasihatleri geçer (!). Denizotobüsünden inince kardeşimin çingeleri işaret edip "Babaneme çiçek alalım mı?" şeklindeki şutunu, annem: "Ay ne gerek var solacak gidecekler, babaannen canlı çiçek sever hem zaten" şeklinde ustalıkla çıkarır ve yola devam ederiz.
Baba tarafım kayserili benim. Her yörenin olduğu gibi Kayseri ve civarının da tabii ki bayrama özgü bir takım yemekleri var. Bunlardan ilki "bayram yahnisi". kafadan on baş beyaz soğan, bir tencerenin dibini kaplayacak kadar kuzu kuşbaşı ve kabukları çıkarılmış nohutla yapılıyor. Tarifini henüz öğrenemedim babaannemden. (bir yutkundum yani şimdi he, midem guruldadı hatta) Sonracığıma, tandır böreği var bir de mesela. Bu da genelde kıymalı maydonozlu oluyor. Elde 3 kat hamur açılıyor (hamurunda tahin vardı galiba) sonra döşeniyor ve baklava baklava kesilip pişirilip afiyet ile yeniyor. Tatlılardan da güllü baklavayı anmazsam birşeyler eksik kalır. Bunun nasıl yapıldığı konusunda hiçbir fikir sahip olmamakla birlikte, babanemin onları nasıl olup da o şekil seri üretimden çıkmışçasına bir örnek yaptığını bunca bayram geçirdim, daha çözemedim.
Bu kadar baba tarafından bahsettik, assolisti sona bıraktım bilerek. Genelde uzak olduğu için önce karşıya gidilir babaneye, çünkü anneannemler alt mahallemizde oturuyorlar ve onlarda iyice bir rahatlamak yemek içmek ve sonrasında salondaki kanepelere uzanmak istediğimizden onları ziyaretimizi sonraya bırakırız. Hamurişleri ve yöresel tatlarda eserler veren babaannemin aksine, anneannem zeytinyağlılar ve sıcak yemekler konusunda uzmandır. Bildiğim bütün zeytinyağlıları ondan öğrendim. Hala ne zaman bir yemeğin yapılışında bir şüpheye düşsem, hemen onu arar sorarım. Çok kalender bir kadındır anneannem, koyu Fenerbahçeli'dir (eve LigTV bağlattı parasını kendi ödüyor), boğa güreşlerine bayılır, öyle ki gece 3 de kalkıp İspanyol kanalından takip ederdi. Dayım genelde işte olduğundan onu son senelerde pek göremediğimizden, bayramlaşma işi telefonda yapılıyor ya da gece bir ara uğruyoruz yeniden onu görmek için anneannemlere. Dedemi bir sene önce kaybettik, son zamanlarını yatakta geçirmeyi tercih ettiğinden ve onu Anneannemlere gidince arka odaya doğru ilerlerken sanki yatakta her zamanki hali ile beni bekliyormuş gibi geliyor.

Aslında bizim bayramlarımızda kendimi bildim bileli ilk önce büyük anneannemlere gidilirdi. Ne yazik ki dört-beş sene önce büyük anneannemi, peşi sıra da "Münevver öldüğü gün benim için hayat bitti" diyen üzerimde büyük emeği olan, ikinci babamı, büyükdedemi kaybettik. Ben çok şanslı bir çocukluk geçirdim, annemin anneannesi ve dedesini gördüm ve onlar hayatımda tanıdığım en muhteşem insanlardı. Büyükdedem öylesine hassas ve düşünceli bir adamdı ve öylesine büyük bir yüreği vardı ki, bize istediğimiz herşeyi alırdı ve sanki kesesinden bir lira eksilmezdi. Birşey istemek için onlara gittiğimizden konuşmamıza fırsat vermeden derdimizi anlar, biz istemeden oduncu gömleğinin cebine koyup hazırladığı harçlığımızı işaret ve orta parmağıyla çıkarıp cebimize sokardı. Onu kaybettiğimiz gün benim için çok acı vericiydi, beni (ve iki dayılarımı da adam eden odur) o büyütmüş ve okutmuştu çünkü, üzerimdeki emeği sonsuzdu ve kız çocuklarına düşkün olduğundan beni çok ama çok severdi. Bunu bizi gördüğünde gözlerinde beliren pırıltıdan anlardım. Şu an hayatta olsaydı beni görmekten mutluluk duyacağı yerlere gelebildiğim ve üzerimdeki emeklerini boşa çıkarmadığım için çok mutluyum. Dilerim cennette onlarla yeniden buluşuruz.

Büyük anneannemlerin yan apartmanında büyük anneannemin kız kardeşi otururdu. En son onu da kaybettik. Onlar hep cumhuriyet çocuklarıydılar, uzun ve güzel ömürler sürdüler. Büyükannenin kardeşine biz cicianne derdik, anneannem çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla  "tete" dye çağırırdı teyzesini. Orada da çikolata yiyip çay kahve içerdik. Sonra eve doğru yollanırdık. Bunlar benim hayatımın şimdiye kadarki belki de en mutlu ve güzel anlarıymış, keşke o günlere geri dönüp onlarla daha çok vakit geçirebilsem, onlardan daha çok şey öğrenebilsem ve onlara daha çok sarılabilsem. O kapılar tek tek kapandı ve biz bayramlarda artık onların mezarlarını ziyarete gider olduk. (çok pis ağlama krizi geldi şimdi)
Hakkını verebileceğime inansam belki birgün büyükdedemi anlatan bir yazı yazmayı isterim, kendisi meşhurdur da ayrıca hafiften.

Yazı nasıl başladı, nerede son buluyor ben bile şaşırdım. Aslında yapabilsem iyi olur ama öyle taslak falan da hazırlamıyorum yazıya başlarken, belirli bir bütünlük içerisinde aklımdan geçenleri aktarmaya çalışıyorum. Şimdi hala okumaya devam ediyorsanız şayet, siz söyleyin, çocukluğunda böyle güzel bayramlar geçirmiş bir bünye, içinde bulunduğu şu imkan ver şeraitler içerisinde bayram olduğunu inkar etme hakkını kendinde görmüş, çok mu?

Geçmiş Bayramınız Kutlu Olsun.

19 Kasım 2010 Cuma

Aydın Hatipoğlu

1960 kuşağı toplumcu şairleri arasında imge örgüsündeki sıkı doku, inançlı bir kararlılık, tüketmek bilmez yarın umudu, yöresel özellikleri çağdaşlık potasında eritme, anlamı ve sesi şiirin bütününe yayma özellikleri ile öne çıkan şiirlere imza atan Aydin Hatipoglu uzun süredir gördügü kanser tadavisi sonrasinda hayata gözlerini yumdu. Her insan bir iz birakamiyor arkasinda, ama Hatipoglu bir sanatci oldugu icin benim gözümde sanslilar kategorisinde, kendi gitti belki ama siirlerini bize birakti. Bir siiri ile onu taniyalim:

Aşktır Bu Derdin Dermanı
 
“Sevgiden sellerin sesidir senden gelen
Dağ delen susuşumu duysan tanıyacaksın
Seni kavgaların içi gibi sıcak buldumsa
Saf dışında kalmak nedir anlayacaksın

Düşlerimde yüzü kaldı küçük hayvanlara özgü
Yüreğimde közü ılıtır içerimi
Aşktır bu derdin dermanı aşktır bu dağların kızı
Sarar durur dört yanımı yunus gibi bir sızı

Hüzünlü bir denizde yıkıyorum gözlerini
Sesini düşleyemiyorum kimi zaman teller kopuk
Tanrının tanrılığını bir kenara bırakıp
Öznel güzelliklerimi kendim yaratıyorum

Küçük kavgalarda yenilmelerle yıkılmıyorum
Küçük yeniklerin büyük savaşına duruyor gücüm
Yüreğimi dağlayıp dağlayıp çoğulluyorum
Varlığımı sonsuz sevgilere adıyorum adsız sevgilere”

17 Kasım 2010 Çarşamba

Akira Yamaoka-Müzik

Kardeşim sağolsun, dün bana Akira Yamaoka'yı tanıttı. 1968 doğumlu bu Japon müzisyenin şarkılarını duymuş olma ihtimaliniz sandığınızdan daha yüksek, zira  bu adam, oyun manyağı bir abisi/komşusu/arkadaşı/sevgilisi olanların tanıyor olabileceği bir oyun olan Silent Hill'inkiler başta olmak üzere düzinelerce Konami oyununun müziğine imza atmış. (Contra, Castlevania ve Winning Eleven mesela). Eserlerinin çoğu melankolik esintiler taşıyor ve elektronik alt yapılı. "Oyunlarda birşeyler hep eksik kalırdı bu derece şahane cuk oturan müzikler olmasaydı" diyorlar.
Kendine ait ilk orijinal albümü Ocak 2006'da piyasaya çıkan ve tamamen elektronik ezgilerden müteşekkil iFuturelist. Gerek eserlerinin genel havasını iyi yansıttığı, gerekse en beğenilen çalışmalarından biri olması sebebi ile aşağıda Silent Hill 4 albümünden "Room of Angel" parçasının Youtube'daki binbir versiyonu arasından çözünürlüğü iyi olan bir tanesine yer veriyorum. "Böyle de birşey varmış, hmm..." demek isteyenler için gelsin.

16 Kasım 2010 Salı

Zürih

Yarınki toplantı için gerekli raporu okumayı bitirdiğime göre biraz haftasonunda ne yaptığımdan bahsedebilirim. Cuma gününden yola koyulup bir arkadaşımı ziyarete Winterthur'a gittim. Winterthur, Zürih'in kuzeydoğusunda yer alan ve yaklaşık 100.000'lik nüfusi ile İsviçre'nin en büyük altıncı şehri. Zürih'e tren ile yarım saat uzaklıkta ve tabii ki biz de cumartesi günü Zürih'teydik.
Şansımıza o kadar güzel bir hava vardı ki, üzerimizde sadece bir tshirt ile gezsek yeriydi, ceketlerimiz fazla geldi. Trenden iner inmez hemen Avustralya'daki bir arkadaşımıza ve eve göndermek üzere birkaç kartpostal almak ve birer harita edinmek için dosdoğru Tourist Information'ın yolunu tuttuk. Yola çıkmadan bastığımız lakin biraz ufak olan haritamızda  ilki şehrin eski kısmından, ikincisi alışveriş caddesinden, üçüncüsü ise batı yakasından geçen üç rota vardı. Hava kapar falan korkusu ile hemen "Altstadt"ı gezmeye koyulduk. Dükkanları nasıl olsa gezerdik.


Bahnhof Köprüsü'nden karşıya geçip kanal boyunca güneye doğru ilerleme başladık. Birkaç blok ilerledikten ve bilimum saatçi, çakıcı vb. dükkanı geçtikten sonra haritamız bize yeniden kanalın öteki tarafına geçmemizi emretti, Rudolf Brun Köprüsü'nden karşıya geçip ilermeye devam ettik.




İlginç tasarım ürünlerin satıldığı dükkanlar ve bir eskicinin olduğu bir sokaktan geçtik ve ne yazik ki erken kapandığı için göremediğimiz Rathaus Brücke'nin üzerine cumartesileri kurulan çiçek pazarına geldiğimizde, şehrin birkaç sembolünden biri olan (fotoğrafta belediye binasının arkasında görülen) çift kuleli Grossmünster Kulesi tarafından karşılandık.


14 Kasım 2010 Pazar

(500) days of summer-film

"This is not a lovestory, it is a story about love" demiş, dediğini de kanıtlamış bir film 500 Days of Summer. Film, bir ilişkiyi iki farklı bakış açısından ele alıp, aynı şeyleri yaşayan iki kişinin birbirinden farklı görüş ve duygularını, aşkı, aşkın kişiyi bir anda nasıl değiştirdiğini, ayrılıklar ve aşk acısını, kader ve tesadüfleri konu edinmiş. Dün gece arkadaş tavsiyesi üzerine izledim ve her sahnesinde hayata ve ilişkilere dair kendimce bir çok çıkarımda bulundum.
İşbu bu çıkarımlar açık seçik ortaya konan önermeler/kesin yargılar şeklinde değil de, tam aksine, havada asılı kalan ve kişinin kendi için, kendi hayatından ve tecrübelerinden yola çıkarak, istekleri, hayallerindeki kişi ve hayattan beklentileri hakkında cevaplarını araması gereken sorular şeklindeydi. Bu cevap arama eyleminde ise asıl amaç bir cevap bulmak değildi bence, daha ziyade günün uyanık olduğumuz anlarında hakkında bazen aralıksız olmak üzere sıkça düşünüp kafayı yediğimiz şeylere aslında kafayı pek de takmamak gerektiğine, zira bu konularda düşünmenin muhtemelen bir yararının olmayacağıydı.
Bu yönü ile bana birçok sahnesinde arkadaşlarımla yaptığımız: doğru kişiyi nasıl bulacağım?/doğru kişiyi bulduğumu nasıl anlayacağım?/doğru kişiyi bulabilecek miyim?/evde kalacak mıyım?/ohh sonunda doğru kişiyi buldum galiba!/ ya ben hiçbir zaman aradığım kişiyi bulamayacağım :( / artık ne yapalım elimizdekine razı olacağız/acaba onu seviyor muyum yoksa yanlızlıktan kendime ittiriyor olabilir miyim?/ittirmiyorum canım, o iyi biri hem de bana değer veriyor/uzun vadede bu kişi ile mutlu olabilir miyim?/ ve tabi ki: nasıl birini istiyorum? anatemalı sohbetlerimize sayısız göndermede bulundu. Sonlara doğru birkaç sahne gönül işlerinde insanın elinden pek az birşey geldiğini iddia etmek sureti ile içime ümit tohumları ekti ve Summer'ın Tom'un sorusuna verdiği  ve -bence- filme damgasına vuran cevap, ilişkilere dair son analizimde ortaya attığım "Bu işler kısmet işi abi, o gün geldiğinde zaten ağzın mühürlenir, elin kolun ve akabinde basiretin bağlanır, ayakların nikah masasına kendiliğinden gider, kendine engel olamazsın, biz ne evlilik karşıtı/hayatta evlenmem diyenlerin nikan salonuna en önde flama ile koştularını gördük" abstractlı tezimin biraz da olsa doğru olabileceğini hissettirdi. Spoiler vermek istemiyorum ama film bittiğinde kız gibi ağlıyordum hoca. İlginç ve rahatsız edici bir son sözkonusu. Esas kıza (Yes Man filminden tanıdığımız Zooey Deschanel) son sahnede inceden bir öfke bile duyduk ama sonra hemen "Bu belki henüz tecrübe etmediğimiz birşeydir, o yüzden anlayamayıp kızıyoruz" diyerek kendimizi yatıştırdık. Esas oğlanın (kasarsanız 10 Things I Hate About You'dan hatırlayabileceğiniz Joseph Gordon-Levitt) silkinip kendine geldiği ve hayata dört elle sarıldığı ve tutkusunun peşinden gitmeye karar verdiği kısımlar insana gaz verici cinstendi. IMDB puanı 8. İki küçük değerlendirmem var; kızla çocuk gerek oyunculuklarının dinamizmi, gerekse dış görünüş açısından tam bir uyum yakalayamamışlar ve filmdeki IKEA reklamının dozu biraz kaçmış. Trailer aşağıda. İzlemeye değer buluyorum.

12 Kasım 2010 Cuma

people opposing women abuse

POWA (People Opposing Women Abuse) kadınlara uygulanan şiddet üzerine sosyal bir deney yapmış. Ortaya çıkan sonuç beni şaşırtmadı. Ne yazık ki, karı-koca arasına girilmez tezini doğrular nitelikte. POWA kim diyenler buraya bir göz atabilir.

11 Kasım 2010 Perşembe

things organized neatly

Ton, sitesinde muntazaman düzenlenmiş görsellere yer veriyor. Batman'liye dikkat, hepsi gerçekten de birbirinden farklı, şaşı oldum farkları bulmaya çalışırken. Bir de o kitaplıklı koltuktan istiyorum.







10 Kasım 2010 Çarşamba

Mustafa Kemal Atatürk



"Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş milletler;
evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar."
Kemal Atatürk
Çok şeyler var içimde ülkenin şu anki haline dair, dile getirirsem gerçek olduklarını kabul etmiş olurum diye korktuğumdan susuyorum. Bu sabah O'nu düşündüm, tek başıma, gurbet elde. Kimsenin birşeyden haberi yokken, 09:05'de dikip gözümü uzaklara, çok güvendiği bizlere emanet ettiği değerlerin ne kadarını anlayabilip, ne kadarına sahip çıkabildiğimizi tarttım. İyimser olmaya çalıştım.

Ulusal yasımızın medyada bu sene nasıl yer bulduğunu görmek için gazetelere göz gezdirdim. Köşe yazıları beni çok tatmin etmedi açıkçası. Daha fazla yazarımızın O'ndan bahsetmesini isterdim. Birileri çıkıp da, "10 Kasım ya bugün, herkesin konusu hazır" der diye mi,  O'ndan bahsetmek artık popüler olmadığı için mi, yoksa topyekün bir unutturma kampanyası yürütüldüğü için mi bilmem ama bizi sindirdiklerini sanan birileri varsa büyük bir yanılgı içerisindeler. Biz Cumhuriyetimizin ebedi bekçisiyiz, yeri geldiğinde ne yapılması gerektiğini de çok iyi biliriz.

Eminim bugün benim okuduklarım haricinde birçok yazar köşesinde Ata'mızı anmıştır, kimsenin hakkı yenmesin. Yarın da yazılar çıkacaktır yüksek ihtimalle. Bugünküler arasından Milliyet'ten Fikret Bila, Melih Aşık ve Hasan Pulur, Hürriyet'ten ise Yılmaz Özdil'in yazılarında iktidar sahiplerinin ders alabileceği çok şeyler olduğunu düşünüyorum.

Başımız sağ olsun.

9 Kasım 2010 Salı

Khalil Gibran

Khalil Gibran (1883-1931) dünyada en çok okunan Arap yazar. Hayatta insanların tavsiyeye belki de en çok ihtiyaç duydukları "evlilik, çocuklar, çalışma hayatı, arkadaşlık, zaman, din" ve benzeri birçok konu hakkındaki yazılarını topladığı "The Prophet" isimli kitabı kırktan fazla dile çevrilmiş ve yazarının ününü on iki yaşından, karaciğer kanserinden hayata gözlerini kapayacağı kırk sekiz yaşına kadar yaşayacağı Amerika başta olmak üzere, birçok ülkeye yaymış. Eserlerinde Hristiyanlık ile İslam dini arasında bir köprü kurmaya çalışmış (diyorlar) ve henüz göz gezdirebildiğim birkaç eserinde bence bunu başarabilmiş olduğunu düşünüyorum. Hatta dünyevi tartışmaları ve kaygıları, sözkonusu iki dinin yozlaştırılmamış dogmalarını eş zamanlı olarak içerisinde barındıran, genelgeçer doğrular ve sosyal tutumları tanımladığı bir üst seviyeye taşımış. Ayrıca pek az kişi tarafından bilinse de resim alanında da çalışmaları mevcutmuş. Doğduğu şehir olan Lübnan'da, New York'taki mobilyalarının, kişisel kütüphanesinin, orijinal el yazmalarının ve tabloların bulunduğu kendi adını taşıyan bir müze var(mış). Yazarın en ünlü eserlerine ve biyografisine ulaşabileceğiniz bir site için buradan buyurun. "Prophet" adlı kitabında yer alan "Vermek" isimli şiirini buraya aktarabildiğim için çok mutluyum. Sindirerek okumak gerek. (Yanılmıyorsam birçok eserini İngilizce olarak kaleme almış, ki aşağıdaki şiirin de orijinali İngilizce sanırsam. Yukarıdaki bahsettiğim siteden görülebilir.) Tez zamanda kitaplarını edinmek istediğim bir yazardır aynı zamanda.
sonra, varlikli bir adam konustu: "bize vermekten bahset."

ve o cevap verdi:

8 Kasım 2010 Pazartesi

pilates for dummies

Sempatik ablamız Michelle Dozios ile Pilates! Uzun süren aramalarım neticesinde nihayet hoşuma giden bir spor olan Pilates'i buldum ve artık artık onsuz bir hayat düşünemiyorum. Her gün olmasa bile, haftada 4-5 akşam fonda Grooveshark'dan açtığım yağmur sesi olduğu halde, ışıkları kapatıyor, bir mum yakıp yaklaşık 20-25 dakika sadece Michelle'in sesine konsantre olup rahatlamaya ve günün stresini üzerimden atmaya çalışıyorum. Dizlerimi zorladığı için sonlardaki iki hareketi yapmıyorum, bunun yerine üçer kiloluk ağırlıklarımla bir 5-6 dakika kadar basit kol egzersizleri yapıyorum (youtube'dan bulabilirsiniz örneğin). Bittiğinde kendimi gerçekten rahatlamış ve hafiflemiş hissediyorum (Amerikalılar'ın reklamını yapacak değilim, harbi diyorum iyi geliyor). Diğer taraftan, bilgisayar başında çikolata, kuru incir, badem ve ceviz yemeye devam ettiğim için haliyle beni henüz zayıflatmadı ama vücudumun şekle girdiğini ve sıkılaştığını fark ediyorum. (Mucize beklemeyin tabi, yaparken amacınız daha sağlıklı bir vücut ve daha hareketli eklemler olsun. "Hayat kalitemi yükseltiyorum şu anda oehh" şeklinde motive olun.)
"Nası bişi bu ya, yoga gibi -omm!- falan mı takılıyorsun hocam, gelmez o işler bize" diyecek olanlar için Pilates'in ne olduğu konusunda anladığımı aktarmam gerekirse: Doğru nefes alıp vererek ve konsantre olarak yapıldığında, vucudu esnetip rahatlatmaya yarayan, kişiyi zorlamadan kasları derinden ısıtarak  çalıştıran, daha güçlü kaslar sayesinde duruşu düzelten/duruş bozukluklarını gideren, sindirime yardımcı, sırt ve bel bölgesindeki şikayetleri azaltıcı,  Avrupa kökenli bir spor dalı. Bir de "Nasıl öğrendin, o nasıl olacak ki evde tek başına, kursa mursa yazılmak lazım, ona da ne para var ne de vakit" diye kendini kandıracak kişilere de iki çift lafım var. :) Eğer Michelle'i güzel bir şekilde dinler ve dediklerini uygularsanız bir zorluk çekeceğiniz sanmıyorum. Zaten o sizi hemen olası hatalar konusunda uyarıyor. Ama belirttiğim gibi, her an vucudunuz bulunduğu durumu sorgulamalı, kendinize "Doğru oluyor mu acaba?" şeklinde sormanız gerekiyor. Bir süre sonra zaten hareketler otomatiğe bağlıyor ve o kadar dikkat etmenize gerek kalmadan doğru bir şekilde yapabiliyorsunuz (araba kullanmak gibi).
Aşağıda kısa videoya bir göz atarak sempatik ablamız Michelle'i görebilir ve Pilates'in neye benzediği konusunda bir fikir edinebilirsiniz. Ben videoyu malum yollardan edindim, aramaya inanırsanız sizin de bulabileceğinize inanıyorum. Hangi "dükkandan" aldığımı unutmasaydım yazardım.
Bi yapın vallahi bak, çok iyi geliyor. İlk 5 seferde sağınız solunuz ağrıyor, mutlaka yumuşak bir yüzeyde yapın yoksa yuvarlanma hareketleri sonucu omurilikte ilk başlarda zaten belirecek olan ağrılar daha da abartı bir hal almasın. Hareketlerdeki amaç kesinlikle çok sayıda yapmak değil, aksine kendi sınırlarını tanımak ve alışıncaya kadar vucüdu hiç zorlamadan kaç tane yapabiliyorsanız o kadar yapmak. Zaten video boyunca Michell size bunu birçok kereler hatırlatıyor (kendini yormalı birşey olaydı, ben çoktan bırakmıştım). Konsantre çok önemli, zira nefes alış verişlere dikkat etmeyince hedef bölgeler çalışmadığı gibi hareketleri yapmak da zorlaşıyor. Bu kadar anlattık, bu akşam yapmak mecbur oldu :)

7 Kasım 2010 Pazar

37 posters

Jerod Gibson birbirinden harika filmler için birbirinden harika afişler hazırlamış. Biraz zamanınızı ayırıp teker teker inceleyin derim ben, zira hepsi birer yaratıcılık ve tasarım şaheseri. (Dikkat: Afişler spoiler içeriyor!)
İnternet sitesi için buraya, diğer eserlerinin görülebileceği Behance Network profili için buraya tıklayan pişman olmaz bence. En çok Hangover'ı tuttum. 37 demiş ama henüz o kadar yok, hala çiziyor herhalde.







6 Kasım 2010 Cumartesi

Rainer Maria Rilke

Hakkında çok şey yazılabilir ama ben sadece şu güzel satırlarına yer vermek istiyorum:

“kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. soruların kendisini sevmeye çalış, kilitli odalar ve yabancı lisanda yazılmış kitaplar gibi. cevapları şimdi arama. şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. bu her şeyi yaşama meselesidir. şu anda senin, soruyu yaşaman gerekiyor. belki daha ilerde, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın.”

Hamiş 1: Eserin Almanca'sını  henüz bulamadım, bu çeviriyi kim yaptı bilemiyorum (orijinalini bulursam çevirinin kalitesini değerlendireceğim).
Hamiş 2: Az önce gözlerime inanamadım okurken, mezarı yan köyümdeymiş! Yarın fırtına çıkmazsa ordayım. 
Teşekkür: Bu harika yazarı bana tanıtan arkadaşım Grenzgænger'e selam ederim.

Blaise Cendrars (nam-ı diğer Frederic Sauser)

Bugün akıl sağlığından hafif şüphe duyduğum, İsviçreli bir baba ile İskoç bir anadan olma aslen İsviçreli bir yazar ve maceracıdan kısaca bahsetmek istiyorum. Benden yaklaşık bir yüz yaş büyük olan Cendrars (eserlerini bu isimle imzalıyor) şu an oturduğum yere 150km uzaklıktaki İsviçre'nin Neuchâtel şehrinde doğmuş. 16 yaşında kendini yollara vurmuş, Rusya ve Çin'e giderek meslek (balcılık, animatörlük mesela- yanlışım varsa düzeltin) öğrenmeye çalışmış, 1910'da Paris'e gelmiş ve oraya yerleşmiş. Yollarda başından geçenlerden ve gördüklerinden yola çıktığı, kendi zamanının çizgileri ve tarzı dışına çıkan serüven yaşamını yücelten romanlar ve şiirler yazmış. Bu arada Birinci Dünya Savaşı patlak verince gönüllü olarak Fransız ordusuna yazılıp (doğduğu yer İsviçre'nin Fransızca konuşulan bir bölgesi olduğundan anadili Fransızca'dır) savaşa gitmiş ve savaşta sağ elini kaybetmiş. Bundan çok duygulanan Fransızlar ona bir cesaret madalyası verip, Fransız vatandaşlığı teklif etmişler (kabul etmiş). Sonrasında Brezilya, Roma ve İspanya'ya seyahet etmiş. El mevzuu onu yıldırmamış olacak, Remington marka daktilosunda tıkır tıkır yazmaya devam etmiş. Eserleri eleştirmenler tarafından ilk önceleri pek bir ciddiye alınmadıysa da, ölüm yılı olan 1961'de “Paris Kenti Büyük Edebiyat Ödülü”nü alınca nihayet biraz ünlenmiş (meşhur olması ile ölmesinin eş zamanlı oluşu talihsiz olmuş biraz hakikaten). Arkadaşı Henry Miller kendi kitabında onun hakkında şöyle demiş: "Read him! I say. Read him, even if at the age of sixty you have to begin to learn French: Read him in French, not in English. Read him before it is too late, for it is doubtful if France will ever again produce a Cendrars". Şiirlerinden biri Balans ve Manevra'nın girişinde ekranda beliriyormuş (izleyenlerin yalancısıyım). Şöyle ki (Fransızca'dan Sait Maden çevirisi):
                           
                                       Sen gökten ve denizden daha güzelsin
insan sevdi mi gitmeli
ayrıl karından ayrıl çocuğundan
ayrıl dostlarından kadın erkek
sevdiğinden ayrıl sevgilinden ayrıl
insan sevdi mi gitmeli

yeryüzü kadın erkek zencilerle dolu
kadınlar erkekler erkekler kadınlar
güzel mağazalara bak
bu araba bu erkek bu kadın bu araba
ve bütün güzel mallar

hava da var yel de
dağlar su gök toprak
çocuklar hayvanlar
bitkiler ve taşkömürü

öğren satmayı almayı bir daha satmayı
al ve boyuna al ver
insan sevdi mi bilmeli
yemeyi içmeyi şarkı söylemeyi koşmayı
ıslık çalmayı
çalışmayı da öğrenmeli

insan sevdi mi gitmeli
ağlama gülerken
memeler arasında barınma
soluk al yürü al başını git

güzelce yıkandım ve bakıyorum
ağzı görüyorum bildiğim
eli bacağı gözü
güzelce yıkandım ve bakıyorum

orada hep yeryüzü bütün
şaşırtıcı şeylerle dolu yaşama
eczaneden çıkıyorum
yeni tartıldım daha
80 kilo geldim
seni seviyorum.
Hangi şair seni seviyorum demeden önce "teraziden şimdi indim, seksen kilo çekiyorum" der ki? Bu adamda bir gariplik var arkadaş, söylüyorum size.
Unutmadan bir de sanatçının "Altın" isimli romanı okunmaya değer gözüküyor.

*: Portreyi çizen adam da pek normal değil :)

5 Kasım 2010 Cuma

lamba tasarımları

Gilles Eichenbaum bizim eski püskü diye yüzüne bile bakmayacağımız şeylerden harika lambalar tasarlamış. Malzeme olarak  çaydanlıklar başta olmak üzere (ya da su kaynatıcı diyelim adam ecnebi) tost makinesinden radyoya, kesme tahtasından faraşa kadar birçok farklı şey kullanmış . Sitesi buradan görülebilir ama İngilizce değil.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...