28 Eylül 2010 Salı

Korkularım, kaygılarım


Feldschlösschen... İsviçre'de üretildi. Alkol oranı Hacmen 4,8%. Bayılıyorum ya şu İsviçrelilerin konuştuğu Almanca'ya. Hele de böylesine ufak bir ülkede dilin Kantondan Kantona bu kadar farklılık göstermesine o kadar şaşırıyorum ki. Bir kere scharfes s (ß)'den tamamen kurtarmışlar dillerini. Onun yerine çift s ile takılıyorlar. Bir de kelimelere '-ieren' takmaları yok mu, başta Alman arkadaşlar olmak üzere çok eğleniyoruz. Parkieren, Alarmieren, Grillieren, Campieren...



Allahtan blogumu kimse takip etmiyor, yoksa takipçilerimin depresyona girmesi an meselesi olurdu ve bu beni oldukça üzerdi çünkü birazdan bahsedeceğim şeyler pek bir nahoş. Bu yüzden okumayı burada bırakanlara karşı içimde hiç öfke oluşmaz.
Gün geçmiyordu ki,  ben yine bir şeyi kendime dert edinmeyeyim. Bugün sevdiğim iş arkadaşlarımdan biri proje bitimi dolayısıyla bir sunum yaptı ve bize çalışmalarını aktardı. Aman Allah'ım! Sanki ikimiz bambaşka iki dil konuşuyoruz (gerçekte öyle evet ama burada mecazi anlam kastedilmiştir) ve sanki o mühendis de ben kasap çırağıyım. Kasap çırağı olsam yine iyi, hayvanın neresi güzel, neresi ne şekil kesilecek falan onları bilirim. Sanki o odada yanlışlıkla bulunan bir kişi gibiydim. Sunumu yapan arkadaşım ne anlattığını bilen, kendine güveni tam bir genç Alman mühendisi. Bu durumun neresi kötü diye soracak olanlar için gelsin: Adam sundu, ben bittim. Neden mi? Ben aynını yapamazdım. Gerçi biz üstün Alman teknolojisi ile nasıl baş edeceğiz, adamlar makine sanki, takır takır, hemen üç ayda profesyonele bağlamış, anlatırken ''Denedik, tartıştık, görüşmelerimiz sonucu, aldığımız feedbackler vs..'' Vay be arkadaş, bazı şeyler olmayınca demek olmayınca olmuyor. Sunum esnasında kafamda dönen tek düşünce bir sahil kasabasına otel açmaktı doğrusu. Bir an için bu firmada devam edip güzel paralar kazanmayı elimin tersiyle itmeye hazırdım. Türk'ler mühendis doğmuyor kanımca, Oxford vardı da biz mi gitmedik tribine falan da bağlandım. Bir oda dolusu, senelerini bu işe verip uzmanlaşmış kişilerin arasında insan kendini bir nokta gibi hissediyormuş meğerse. Biri fikrimi sorsa bitmiştim. Bir fikrim yoktu çünkü. Gerçi sonra Dr. Mühendis arkadaşlardan biri de -gayet komplekssiz bir İsviçreli olduğundan- kendisinin de anlatılanların üçte birini anladığını söyledi de biraz rahatladım. Hele insan benim gibi böyle yaptığı işi doğru düzgün yapmaya çalışan ve az bildiği konuda ağzını açıp tek kelime söylemekten çekinen biri olunca, iyice küçülüp sandalyenin vidası ile aynı boyuta iniyor. (Buradan ufak bir bilgi vereyim: Çalışma arkadaşlarımın beni 'dışadönük, kendine güveni tam, sorumluluk almaya hazır biri' olarak tanımlayacağını düşünmekle beraber işin iç yüzünün pek de öyle olmadığını, kendimi aslında 'kuyruğu sıkıştırmış, çelişkili, bilgi eksiği olan, deneyimsiz bir genç mühendis' gibi hissettiğimi belirtmeyi bir borç bilirim.)Sunumu yapan arkadaşla sunumun bir değerlendirmesini yaparken (Almanların olmazsa olmazı), arkadaşımın kendi ile ve üstün Alman eğitim sisteminin ona kattıkları ile nasıl da övündüğünü ve yüzündeki güzel bir sunum yapmış olmanın verdiği mağrur gülümsemeyi gördüğümde bir kez daha içten içe ezildim. Mühendislik öğrenimi almış arkadaşlar birazdan belirteceğim hususlarda şüphesiz bana hak vereceklerdir, çok acımasız bir eleştirmen olduğum gerçeğini göz önünde bulundurarak pesimistliğime ve hak yememe verip veriştirecek arkadaşlardan peşinen özür dilerim. 
Hani böyle bir laboratuvar deneyi yapardık da, sonrasında rapor yazardık ve deneyi yaptıran -muhtemelen- doktora öğrencisi ile bir rapor değerlendirme konuşması yapılırdı. Bilenler bilir. Raporu yazım aşamasında ön bilgiler, verileri tablolara dökme ve grafik hazırlama esnasında hiçbir zorluk çekmeyen bünye, sıra verileri analiz edip değerlendirme aşamasına geldi mi nasıl da sudan çıkmış bir balığa dönerdi ve fellik fellik hemen üst devredeki arkadaşlardan geçmiş senelerin raporlarını aranmaya başlardı, tanıdık geldi değil mi? İşte sevgili arkadaşım, orada bitmişiz biz. O nokta bizim kördüğümümüz olmuş, seneler senesi ezberci takılıp, o LGS senin bu ÖSS benim derken biz ezberden bir yemek yapmışız da, ne yemeğin adını bilmişiz ne tadına bakmışız. Biz eşeğin büyüğünü ahırda unutmuşuz meğer. Şahsen bugün bu yaşta  patron bana bir veri analizi verecek, 'Sence bu neden böyle oldu teorik bir açıklaması var mı? Ne düşünüyorsun?' diye soracak diye ödüm kopuyorsa, işte bunun suçlusu süper eğitim sistemimiz değil de nedir? Yine aldığım ortaokul-lise eğitimi sayesinde üniversitede bir şeyleri biraz sorgulamaya ve öğrenmeye çalıştığımda, etrafımdaki ezberci karakterlerin en yüksek notları aldıklarını, anlayamadığım noktaları kendilerine danıştığımda ' Ne yapacaksın sebebini mebebini, sen mi kurtaracaksın dünyayı, soru böyle çözülüyor işte, takma o kadar ezberle geç, sınavda aynısı gelecek'' şeklindeki talihsiz açıklamaları ertesinde arkama bakmadan uzaklaşmalıymışım meğer. Yedi yıl liseye, üzerine beş yıl da üniversiteye gitmiş, bununla yetinmeyip bir de iki sene yurt dışında master yapmış ama bir halta vakıf olamayan bir eşek gördünüz mü? Ben her sabah kendisi ile aynada göz göze geliyorum.

27 Eylül 2010 Pazartesi

sıcak çikolata-battaniye-aşk filmi

Bu üçlü ile henüz tanışmamış bir kadın yoktur herhalde. Sebepler çeşitli de olsa, zaman zaman biz sadece işte bazı günler bu üçlüyü isteriz. Kimi zaman dışarıdaki kara bulutlar ve yağmur, kimi zaman aramayan sevgili, kimi zaman ise (ayda bir mesela) saçma sapan sebeplerden ötürü evde battaniyenin altına saklanmak isteriz. Sıcak çikolatamızı içerken -tercihen- bir aşk filmi koyup DVD'ye, sıcak battaniyenin altında ağlamak ve sonra kendine acımak ve daha çok ağlamak çeker canımız. Sonrasında karşı tarafı -eğer varsa tabi- yerden yere vurmak ve hatanın onda olduğuna kendini inandırmaya çalışmak gelir. -Opsiyonel olarak- yakın bir kız arkadaşı aramak, telefonda arkadaşa dert yanıp sevgiliyi çekiştirmek ve akabinde -arkadaştan 'aslında süper olduğumuzu, asıl kaybedenin o olacağını, bir süre sonra kapımızda yatacağına' dair temennileri duyup rahatlamak. Evet, böyle günlerimiz var bizim. 
Mesela bugün ben de buna benzer sebeplerden aynen bu moddaydım, ama ne yazık ki işyerindeydim ve ne batteniyem ne de aşk filmi izleyebilme ihtimalim vardı. Kendi kendimi çok pis bir depresyona soktum, sonra internette moral bozukluğuna nelerin iyi gelebileceğini falan araştırdım - o derece yani. Şurada bulduğum ikinci öneriyi dikkate alıp kağıt kaleme sarıldım, içimden şu saçma satırlar döküldü. Şimdi bunları buraya yazayım da sonra aptallığıma doymayayım ve güleyim diye çiziktirmeye başladım.
'' Bugün moralim bozuk ve güne keyifsiz bir şekilde başladım. Bir ara neredeyse ağlayacaktım. Sonra makyajım bozulur da millete rezil olurum diye vazgeçtim. Gece, birinde bir kabusun ortasında olmak üzere yaklaşık dört kez uyandım. Bir seferinde kan ter içinde kalmışım, attım üzerimdekileri öyle devam ettim uyumaya. Allahtan yeniden uykuya dalmakta bir zorluk çekmiyorum. En son seferki uyanışımda saat altı olmuştu, uyumaya devam ettim, saatin alarmı 06:15'te çaldıktan sonra biraz yatakta nazlanmaya devam ettim. En sonunda 06:31'de yataktan kalkıp kendimi duşa sürüklemeden önce kahve makinesini çalıştırdım. Bir önceki günden kalan dağ yürüyüşünün yorgunluğu sanki hala biraz üzerimdeydi. Duş, kahvaltı ve biraz da haberlere göz gezdirmeden sonra işe gitme vakti geldi çattı. Belki işyerinde ona rastlarım diyerekten azıcık makyaj yaptım. Dışarı çıktığımda hava yeni yeni aydınlanıyordu  ve soğuktu. Sabah sabah danışmadakilerden bisikletimde far olmadığı için azarı yedikten sonra ''İşte'' dedim, ''süper bir pazartesi başlıyor''. 07:40'ta laboratuvardaydım ve halimden hiç memnun değildim. Sanırım her zaman olduğu gibi, bugünki mutsuzluğumun sebebi de yine yalnızlık olsa gerekti. ''Hayatımdaki çoğu şey üzerinde büyük bir etkiye sahibim ama iş özel hayata gelince insanın elinden birşeyler dilemek ve hayal etmekten başka birşey gelmiyor ki'' diye düşündüm. İlişkiler alanında kendimi tamamen eli kolu bağlı ve çaresiz hissediyorum. Özel hayatımdaki tatminsizliğin iş hayatıma da yansıyor sanki. Herşeyi bir görevmişçesine ruhsuz bir şekilde ''Bitse de gitsek'' diye yapar gibiyim. Beni gerçekten çok mutlu eden, gerçekleşmesini çok istediğim pek birşey yok gibi. (Böyle yazınca da bir an tam bir looser gibi hissettim şimdi bak. Yine de birşey var ya senelerdir hayalini kurduğum. Siyah Honda Civic. Satın aldığım ilk gün içinde yatacağıma dair kendime olan sözümü hatırladım bak şimdi. Azıcık neşelendim.) O değil de, beni dışarıdan gözlemleyen insanların bana ne kadar imrendikleri geldi aklıma bir an. Ne güzeldi oysa ki benim hayatım değil mi?;  Avrupa'nın gözde ülkelerinden birinde rahat bir ortamda tam da mesleğimi yapıyorum, çalışma saatleri uzun değil, evden işe işten eve trafik gibi bir sorunum yok, param da var Allah'a şükür. Hatta fotoğraflarda mutlu bile çıkabiliyorum. İç dünyamda ise her an yalnızlıktan fellik fellik kaçmaya çalışan, kaçarken saçma sapan limanlara saçmaladığımı bile bile bir ümitle sığınıyorum. Oysa ben de sevilmeyi hak ediyordum be arkadaş. İyi bir sevgiliyimdir yeminle. Böyle yemek falan yaparım, bağırmam çağırmam, bir kadının ne gibi roller üstlenmesi gerekliliğini falan iyi kıvırırım. (Böyle yazınca da şimdi aslında öyle çok da bir meziyetim yok gibi oldu ya :(. Tüh ya birden yine 'down' oldum.) Çirkin de değilim ya hakkaten. Hatta burada böyle kara kaşıma kara gözüme falan hasta oluyorlar, nerede ne azsa kıymete biniyor haliyle. Ne diyorduk, evet, yahu neden karşıma çıkan adamlardan biri ile doğru düzgün bir ilişki kuramadım ben hala? Arkadaşlarım teker teker nişanlanıp evlenirken, ben hala nasıl looserların peşinden gitmeyi beceriyorum? Bir de aramadıkları zaman üzülüyorum falan da he. Bugün -ilk defa olmamak üzere- şöyle düşündüm yine: 'Keşke şöyle Anadolu'nun bi köyünde bir evin bir kızı olaydım, bir de bana aşık, yürekli bir delikanlı olaydı, şöyle ailesine düşkün tiplerden, gelip beni babamdan isteyeydi. Vermezse babam kaçaydık. Gündelik kaygılarım arasında ''Akşama ne yemek yapsam?, çamaşırları yıkayayım derede, aa pembe ipim bitmiş gideyim de Zehra'dan bir parça alayım'' gibi şeyler olsaydı. Global dünya bizi bitirdi arkadaş. Birbirimize tahammülümüz kalmadı. Tek ayak üzerinde on takla atar hale geldik. Artık ''İnsan ne kadar az bilirse, o kadar mutludur'' felsefesineigönülden destekler oldum. Ne oldu sanki gezdik de heryeri, öğrendik değişik yaşayış biçimlerini, tanıştık türlü milliyetten insanla, tattık değişik yemekleri, gördük tarihi eserlerini? Şahsen benim ufkum ne kadar açıldıysa, bir o kadar mutsuz oldum arkadaş. Dün dağ yürüyüşüne giderken arkadaşla yaptığımız ''Dünyanın o kadar pis ve kalabalık olması ki artık orada yaşayamama/oraya sığamama'' konulu entel dantel muhabbetimiz sonrasında kendimi ''Belki de dünya artık çocuk yapılmayacak kadar kötü bir yer oldu lan, torunlarım Mars'a mı taşınacak ühühü'' diye düşünürken yakaladım ve hemen o an akıl sağlığımdan şüpheye düştüm.''
Şimdi mesai bitti, eve geldim. Yazdıklarımı buraya aktarırken ''Hocam ne yaptın, sen de amma abartmışsın'' derken yakalayacağım bir nokta olur mu acaba diye bir kendimi bir dinledim ama bir iki yer haricinde pek de öyle bir durum olmadı. Sanırım hala o yanlış enerji boyutundayım. Enerji dedim de aklıma geldi, kendisinin iznini aldıktan sonra -becerebilirsem eğer- Aykut Öğüt'ün ''Evrenden Torpilim Var'' isimli kitabı hakkında şöyle nacizane birşeyler karalamayı düşünüyorum. Link vermeme içerlemez herhalde, yamulmuyorumdur inşallah. 
Akşama da buradaki sinemada ''Treffpunkt Gipfelkreuz'' diye bir film var, patronun çocuğuna bakacağım, çok ağlamaz inşallah. Allahtan film 45 dakika da çok tırsmıyorum. 
Ya o değil de, bu ne kadar saçma bir yazı oldu bir an bakıyorum da. Neyse ki blogun adını ''Kendimle monologlar'' koymuşum da gönlümce saçmalama hakkını vermişim kendime. Sağlıcakla kal sevgili günlüğüm. 

P.S.:Julia Roberts'ın yeni filmi çıkmış, İtalyan bir herif var ya ''Vikky Christina Barcelona'''da oynayan onunla çekmiş. Dünyayı falan geziyor, güzele benziyor, onu da bir izleyeyim bakayım bir ara.


26 Eylül 2010 Pazar

eine Sonntag Wanderung im berühmten Tal der Minerale und Kristalle: Binntal

Als ich die Samstagsnacht meinen Wecker eingestellt hatte, war ich nicht besonders begeistert davon, dass ich  -keiner weiß zum wievielten Mal- an einem Sonntagmorgen um 07:30 aufstehen muss. Es war wieder mal Wandern angesagt und zwar ab ins Binntal (Naturschutzgebiet seit 1964), berühmt mit seiner Mineraliengrube, interessante Flora und vielfaltigen Blumenreichtum.
Das Dorf Faeld
Laut dem Plan, wollten wir ausgehend von Faeld (1519m) zum Maessersee (2130m). Als wir im 09:08 Zug von Visp nach Fiesch saßen, freuten wir uns auf einen schönen Tag! Ausgestiegen in Fiesch und sofort in das Postauto umgestiegen, und zwar innerhalb einer Minute (was meinen deutschen Kumpel total gestresst hat :). Als wir endlich in Faeld (1519m) angekommen waren, waren wir langsam wach und durften die frische kalte Bergenluft in die Lungen einfüllen.


Direkt vor dem Dorfeingang hat uns ein Mineralienladen begegnet, von welchem Schaufenster ich persönlich sehr beeindruckt war--und in eine naiverweise mich gefragt habe, ob wir auch solche riesige Amethyst Stücke finden werden. Die Hoffnung war schon mal da :)

die Steine, die wir gefunden haben
Erster Anhaltspunkt war naemlich die Mineraliengrube Lengenbach im Süden von Faeld, wo man innerhalb von einer halben Stunde erreichen kann. Dort haben wir uns ein bisschen aufgehalten und mein Kollege hat unendliche Male mit einem harten Stein auf irgendwelche andere Steine geklopft und gehofft ein interessantes Mineral zu entdecken. Leider konnten wir keine grossen Binntalmineralien finden, aber nach langer Suche ist es uns doch gelungen, einiges zu finden. Mein Kollege -ein geduldiger Sammler- hat schöne weiße Steine mit Pyrit gefunden und ich dagegen einige kleine weiße, welche entweder Fluorit oder Bergenkristalle sind. Als ich frohlich die Steine in die Tasche eingepackt habe, ging es durch meinen Kopf, dass uns ein bisschen Sprengstoff behilflich sein könnte. Nach ca. einer weiteren Stunde, haben wir dies Mal eine sehr schöne Hütte entdeckt und uns dort mit ein bisschen Sonne auf dem Rücken unseren Mittagessen genossen. Folgend nach den berühmten Rot-weiß Wandernschildern, kam uns plötzlich -als wir bei 2000m auf dem Maniboden waren- der erste Schnee auf dem Boden entgegen, womit wir eigentlich nicht gerechnet hatten.
auf 2000m

Maessersee
Nach einem weiteren halbstündigen Hochklettern durften wir auf 2130m auf dem Schnee eine komplett andere Jahreszeit genießen. Wir waren am Ziel: Der Mässersee! Der See liegt genau auf der Baumgrenze, das heisst auf der Nordseite zum Tal sind Arvenwälder und Heidelbeersträucher vorhanden, während auf der Südseite das Gelände ansteigt und nur noch mit Kräutern und Gras bewachsen ist. Im See gibt es keine Fische, dafür gibt es Dutzende Kröten, die ihren Laich in das flache Wasser des Mässersees legen. Natürlich darf die Kapelle nicht fehlen...Wir hatten Glück und konnten Froschbabys fotografieren. Danach haben wir uns gefragt, was denen im Winter passieren sollte, ob der See friert, ob die Eisschicht sie warm halten kann, dass es keinen Ein- und Abfluss in den See gibt usw...
Vor-Froschformen :)

Waehrend diese Fragen in der Luft hingen, fingen wir an, den Rückweg zu marschieren. Dies Mal haben wir uns einen anderen Weg runter ins Tal ausgesucht, welcher wiederhin durch schöne Baeume und Kühe mit großen Glocken bergab führt. Auf dem Weg nach unten haben wir immer wieder jegliche Art ''Alpenscheiße'' getroffen, von welcher die eine mich fast getötet hat :) Wollte darauf nicht treten, zack! runtergefallen. Danach wurden natürlich wieder Scherze darüber gemacht, ob wir nun tatsaechlich unsere barbarische Dokumentation über Alpenscheiße drehen sollten.
Als wir dann endlich wieder unseren Ausgangspunkt erreicht hatten, durfte ich mir den Mineralienladen anschauen. Nachhinein haben wir uns auf eine schöne Bank mit Alpenblick hingesetzt und den Rest von unserem Mittagessen genossen. In dem Postauto war es wieder schön warm, worauf mein Kollege sich gefreut hat.-Er steht voll auf Postautos!-- Als wir auf das zweite Postauto warteten, habe ich die berühmten Walliser Schwarzhalsziegen fotografiert, die gerade oben in den Bergen am Fressen waren.
Walliser Schwarzhalsziege


Der Heimweg ging -trotz einem verzweifelten Einstieg- glatt und wir waren müde aber total glücklich wieder Heim...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...